GEZİ 

‘DOĞA ÇEŞNİCİSİ’ HAVULLU YAYLASINDA

Yağmur bir adım ötemizde/ Kabarmış ağulu mantar” – Melih Cevdet Anday

Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü ile rotamız, yaylaları ile nam salmış Bolu’nun Gerede ilçesi. Yolculuk öncesi rüyamda sorguya çekiyor beni ormanlar, tepeler. Rüzgârın getirdiği boğuk fısıltı, şehirlerde dolaşan gölgelerini yitirmiş insanları soruyor sessizce. Edip Cansever’in ‘Doğa Çeşnicisi’nin dizeleri ile yanıtlıyorum rüzgârı: “Hiçbir ses yakalayamaz beni/ Susuz bir gökyüzü çınlamasından başka/ Bir doğa çeşnicisiyim ben alışılmadık/ Belki böyle son defa/ Yudumlayaraktan öfkemi/ Avcunu yüreğine daldırmış da. // Hiçbir ses yakalayamaz beni/ Dağlarda küskün, küçük/ Bir ot parçasının yankısından başka.

Hani bazı evlerin gizli, küçük bir kapısı vardır. Tesadüfen bulur, evinizin bilinmedik köşelerini keşfedersiniz. Doğanın da gizli kapısı bakmasını bilenlere açılır. Alışkanlıklarınızın uyuşukluğundan kurtulur, modernizmin köşeye sıkıştırdığı benliğinizi özgürleştirirsiniz. Kapıyı açıp çıkıyorum. Havullu, Bolu’ya bağlı Gerede’nin bir köyü. Geçim kaynakları tarım ve hayvancılık. Bitki örtüsü Karadeniz’in etki alanında olduğu için benzer özellik gösteriyor. “Havul”, ağıl ya da daire şeklinde çevrilmiş tarla demekmiş. Sanırım köyün geçim kaynağı olarak hayvancılık ağırlıkta olduğu için bu adı almış. İbn-i Batuta ve Evliya Çelebi, seyahatnamelerinde Gerede ilçesinden bahsederken yayla eteğinde kurulu olduğundan ve soğuk ikliminden söz etmişler. 1810 yılında seyyah Morier de Gerede’ye uğrayıp eserinde bu bölge ile ilgili bilgiler vermiş.

Aktaş Vadisi’nin içindeki Aktaş Göleti’nin kıyısından yürüyüşe başlıyoruz. Doğada gördüklerime kendime has bir çeşni katmak üzere adımlıyorum rotayı. Tepelerin eteklerine erişip tırmanmaya başlıyoruz. Devasa ağaçların oluşturduğu doyumsuz bir manzara var karşımda. Göknarlar, ladinler, kızılçamlar ve karaçamlar serilmiş doğanın kucağına, çeşniyi tatlandırıyorlar. Ağaçlar yapraklarını silkelerken, kuşlar girip çıkıyor gölgelere. Önce Bünüş Yaylası’na uğrayacağız. Aktaş Vadisi ile Bünüş Yaylası arasındaki Dikmen tepesini aşıyoruz. Yapayalnız yayla evlerini her gördüğümde içim burkulur. Şimdi yıkılmaya yüz tutmuş bu evlerin bir zamanlar yaşam dolu olduğuna inanmak güç geliyor. Gözlerimi kapatıp zamanda sıkışmış sesleri duymaya çalışıyorum. İnce bir rüzgâr, uğultuyla geçip gidiyor saçlarımın arasından.

Kütüklü yolda ilerlerken yol üzerinde kurumuş bir kurbağa çıkıyor karşıma. Kütük taşıyan araçların ezdiği, güneşin kuruttuğu kurbağanın yanında oturuyorum bir süre. Doğanın göz alıcı güzelliğini insanların vurdumduymazlığı gölgeliyor. Mısır mitolojisinde kurbağa; yaşamı ve doğurganlığı simgeler. Ezop masallarındaki kurbağanın hikâyesini hepimiz biliriz. Ortaçağda ise aşk iksiri ile ilişkilendirilmiş kurbağa prensimiz. Altay Türklerinin hikâyelerinde, Yüce Tengri’ye ulaşan bir kurbağa ondan ateşin sırlarını öğrenmiş derler. Sonra dağdan aldığı bir taş ve huş ağacından aldığı bir kavla ateşi yakıp insanlara vermiş. “…bir paçavra yırtıldı kamışlar arasında/ bak sevgilim, haddini bilmeyen bir kurbağa,/ başladı yosunlarla serenatlar çalmaya…” (Sabahattin Ali)

Açıklık bir alana ulaşıp Bünüş Göleti’nin kıyısında kısa bir mola veriyoruz. Tekrar ormana girdiğimizde gölgeler derinleşiyor, ağaç gövdeleri birbirine sarılıyor. Ses solup gidiyor, garip bir sessizlik yayılıyor ormana. Dünyanın çatlaklarının içini görmek için bütün duyularım ayaklanıyor. İçimde koparılmış bir servi dalı kadar keskin olan korku geziniyor. Sessizliğin sesi ormanda farklı, dağda farklıdır. Kardaki sessizlik ise beyazlığın içine hapseder sizi. Sol elimde servi dalı, ilerliyorum.

Ağaç kovuklarında mantarlar diz dize sıralanmış.Mantar yolunda/ saklanan tilkilerin/ kuyruğu bende” diyor, Pelin Özer. Kurumuş ağaçların gövdelerinde yaşayan kocaman mantarlar görüyorum. İnadına yeşermiş bazı ağaçların bir uçları. Gözlerim tilkileri arıyor, kim bilir kuyruklarından yakalarım belki. Bir yerde okumuştum; mantar, gölgesinde yaşadığı çınarı gördükçe kıskançlıktan ne yapacağını bilemezmiş. Zehrini saçar, her sonbaharda dökülen yapraklarla çınarın sonu geldi sanıp sevinirmiş. Ama her bahar daha taze yapraklar fışkırırmış ağacın gövdesinden. Ağaçların gövdelerine dokunuyorum yanlarından geçerken, hafifçe avuçluyorum ellerime batan deve dikenlerini. Varlığımdan emin oluyorum. Doğanın sesleri sanki onun kırılganlığına ihanet ediyor. Yabanda yürümenin verdiği mutluluk, göğsümde yanan o küçük ateşi hissettiriyor.

Havullu Yaylası’na vardığımızda harap yayla evlerinin yanından geçiyoruz. Bir yayla evinin penceresinden bizi izleyen küçük bir çocuk ilişiyor gözüme. Selamlaşıyoruz bakışlarımızla. Zamanı öldürmek için değil, onu bağrıma basmak için yürüyorum. Yaşamım sadeleşiyor, kent ruhundan arınıyorum. Ormanın gölgesinden çıkınca uçsuz bucaksız gökyüzü ve güneşin tenimdeki pervasızlığı içimdeki o koparılmış servi dalını unutturuyor. Patikadan sonra Aktaş Göleti’ne inerken yüreğimi elime alıyorum. Göletin kıyısında suya ruhumu damlatıyorum yavaşça. Batan güneşin kızıllığı göğü yakarken, içimdeki küçük ateş sönüyor. Son bir kez bakarken güneşe çayımı yudumluyorum semaver başında. Yeni rotalarda yeni güzellikler umarak…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar