GEZİ 

DAĞKUZÖREN, AĞAÇLARIN GÖLGESİNDE…

Doğa sabrı sever.” – Gogol

Eduardo Galeano, karısı Helena’nın rüyalarını anlatır kitabında. Bazen ben de kendi rüyalarımı anlatırım yazılarımda. Der ki Galeano: “Gündüzleri hikâye anlatılmaz. Hikâyeler gece anlatılır; çünkü kutsallık geceleyin yaşar ve hikâye anlatmayı bilenler, ismin yalnızca ismin isimlendirdiği şey olduğunu bilerek anlatırlar hikâyelerini.

Aslında bir nevi, hikâye anlatıcısıyım. Bir günün hikâyesi yaşanır satırlarımın arasında.

Gün ışığı sessiz bir otlağa yayılır gibi gecenin gölgelerini süpürüyor. Işık uykumun derinliklerine erişemiyor, soluğum yavaşlıyor, üşüyorum, beden ısım düşüyor, kaslarım kasılmaya başlıyor ve bilinç kapım örtülüyor. Alarmın sesini duyuyorum. Gözlerimi açmaya çalışsam da nafile. Hafif bir esinti yalıyor kirpiklerimi. Karanlığın içinde beyaz bir kelebek bana doğru uçuyor. Öylesine narin ki… Gözkapaklarım yavaşça aralanıyor. Kirpiklerimin arasından süzülerek çıkıyor. Şaşkınlık içinde uyanıyorum. Şamanizm’de kelebek bir işarettir. Beyaz kelebek görmek iyiye yorulur, siyah kelebek ise üzüleceğinizin işaretidir, derler.

Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü ile Çamlıdere’nin Bolu sınırındaki son köylerinden birine, Dağkuzören’e doğru yol alıyoruz. Asya’dan Anadolu’ya göç eden Yörüklerin 1463’ten sonra bugünkü Dağkuzören’e yerleştikleri tahmin ediliyor. Köyün ilk adı, coğrafi özelliklerinden alınmış ve “Kuzvirandağ” olmuş. Dağ sözcüğü, Cumhuriyet Dönemi’nin başlarında yer değiştirmiş, “Dağkuzviran” olarak kayıtlara girmiş. Daha sonra köy adlarındaki “viran”, “ören”e çevrilmiş, köyün adı bir kez daha değişerek “Dağkuzören” olmuş. “Kuz” kelimesi, eski dilde “güneş görmeyen yer, gölge” (Divan-i Lugat-it Türk) anlamına geliyormuş.

Şehirde toza dönüşmek üzere olan solgun ve renksiz bir gölgeyim. Kalabalık sürüler halinde dolaşıyoruz beton ormanlarında. Titrek gölgem dağın gölgesinde canlanıyor, renkleniyor yürürken. Tırmanmaya başlıyoruz yamacı. Ağaçların arasındaki gölgem benden önce gidiyor. Şair gibi “yitik düşlerimi kovalıyorum/ gölgeler gidiyor; ben kalıyorum”. Düşünceler dans etmeye başlıyor. Vücuduma şehirde yüklenen elektriğin çekiminden kurtulup Toprak Ana’nın çekim alanına giriyorum. Sınırı belirsiz dalgınlıklarım terk ediyor beni.

Dağlarda koşturan masal cerenlerini ararken kelebekler çıkıyor karşıma. Elimde kamera, koşuyorum peşlerinden. İlk gördüğüm, beyaz bir kelebek. Yoksa o, sabah kirpiklerimin arasından süzülerek çıkan mı? Kalbim çırpınıyor ona yakın olmak için. Kelebeklere yaklaşabilmek için doğanın bir parçası olmak gerektiğini bir yerlerde okumuştum. İnsan kokumu siliyorum, bir çiçeğin yanındaki ot olup sabırla bekliyorum. Yavaşça süzülüp yanı başımdaki çiçeğe konuyor beyaz kelebek. Heyecanlanıp hareketleniyorum onun fotoğrafını çekmek için. Fark edip kaçıyor; ama yakalıyorum en güzel halini. Orman içinde ilerliyoruz. Epeyce yükseldik. Doğa, Karadeniz bitki örtüsü özelliklerini gösteriyor. Yaban hayatı bozulmamış.

Geriye dönüp baktığımda köyün üç mahallesini kuşbakışı seyrediyorum. Güney Mahallesi, Ahmetler Mahallesi ve Ören Mahallesi. Yeşilin içinde bir tablo gibi duruyorlar. Kadılar Yaylası köyün iki büyük yaylasından biri. Yaylacılık geleneği günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş artık. Orman kenarındaki ahşap, viran evler geçmişin izlerini taşıyor.

Ahlat ağaçlarının içinden geçiyoruz. Kendine has bir güzelliği bulunan ahlat ağaçlarına dokunuyorum. Şekilsiz bir ağaç. Gövdesi sert ve dikenli, susuzluğa dayanıklı. Kurumaya yüz tutmuş birçoğu; ama hâlâ meyve vermeye devam ediyorlar. Nerede bir ahlat ağacı görsem Didem Madak’ın dizeleri gelir aklıma: “…Meyveleri tatsızdı/ Eski bir lanetten dolayı/ Herkes dişlerdi acı meyvelerini,/ Ve herkes söverdi ona./ İsmini yazardı herkes onun bağrına,/Ah derdi o./ Ah!

1225 metre rakımdan başladık yürüyüşe. Hava sıcak, tırmanırken sularımız bitiyor. Yol üzerindeki çeşmelerden suları yeniliyoruz. Meşe ağaçları çoğu zaman yolumuzu kesiyor. Aralarından geçerken saçlarımı yoluyor meşeler, çalılar dikenlerini batırıyor etime. Yaklaşık 500 metrelik orman içindeki çıkıştan sonra zirvede yemek molası veriyoruz. Buradan sonra inişe geçeceğiz. Köy sınırları içinde Ankara’nın en yüksek tepesi olan Mahya Tepesi’nde bir yangın gözetleme kulesi var. Endemik bitki örtüsünden oluşmuş bir orman denizinin içindeyiz. Moladan sonra çiçeklerin olduğu bir bölgede renk renk kelebeklere rastladım yine. Bu kez bir ağaç oldum. Sabırla bekledim. Kelebekler razı oldu ağaç olmama. Hepsinin tek tek fotoğrafını çektim. Kaçmadılar benden, beklediler. Sonradan baktığım fotoğraflar, bana poz verdiklerini düşündürdü. Tek kelime ile muhteşemdiler. Mavi, yeşil, sarı ve ağaç kabuğu dokusuna sahip kanatlarıyla adeta dans ederek uçuştular etrafımda.

Parkuru bitirip semavere ulaştığımızda çay içmenin hakkını verdik. Gün sonunda, semaverin başında dumanı tüten sohbetler yaptık. Sıcak ve demli çayımı yudumlarken başımı mavi gökyüzüne kaldırıyorum bir ara. Hafif bir esinti geçiyor yüzümden. Gözlerimi kapatıp yüzümü unutuyorum, başkalaşıyorum. Şairin dizeleri dilimde, sözcükler beyaz bir kelebek: “İç ses, diye söylendim./ Gel!/ Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla./ Vasiyetimdir:/ Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar