GEZİ 

CİDE GÜNLÜĞÜ – 2 / KARADENİZ’İN CİNLERİ

Sırrını rüzgâra fısıldarsan, ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.” – Khaled Hosseini 

Rüyalar ruhun dinlenmesi, yenilenmesidir. Kimse yazmıyorsa rüyalarımı ben yazarım, dedim kendime. Bazen uyanmak istemediğim güzellikte olur rüyalarım, bazen de karabasanlar basar, kaybolurum, yüreğim kafesinden çıkacakmış gibi çarpar. Kimi zaman uçurumlardan düşer, bir ipte sallanırım; kimi zaman uçarım kentlerdeki binaların arasından, yerde yakalanmamak için kaçarım gökyüzüne. Bu dünyada bir rüyada gibi geziyorum. Varın siz karar verin, yazdıklarım gerçek mi, rüya mı? Duvarımdaki mantar panoya iğnelenmiş fotoğrafta çırpınan bir deniz, deli bir rüzgâr var.

Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.” (Italo Calvino)

CİDE

Gideros’tan ayrılıp Cide sahiline iniyoruz. Sabah saatleri… Deniz mavi ve dingin… Birden denizin mavi yüzü kararıyor, kocaman dalgalar kıyıdaki taşları acımasızca dövmeye başlıyor. Dalgalar, kulaklarımın kuyusunda uğulduyor. Huysuz bir rüzgâr esiyor. Çadırları zorlukla kurup eteklerine taşları yığıyoruz. Karadeniz’in bu hırçınlığı ve dalgalı oluşu ‘Kırım Tatarları’ efsanelerinde şöyle anlatılıyor: “İnsanlara üstünlük kuran cinlerden kurtulmak için Demirci Rüstem onlardan hileyle aldığı tılsımlı yayı sihirleyerek Karadeniz’in derinliklerine atmış. Cinler, Demir Dağı’nın tepesine her çıktıklarında eski üstünlüklerine kavuşmak için tılsımlı yayı hatırlayıp denize dalarlarmış. Yaya dokunduklarında demircinin sihri çalışmaya başlayarak ortaya çıkan ateş topu, cinleri denizin derinliklerinden yukarı fırlatırmış. Her hamle yaptıklarında Karadeniz fırtınalı ve dalgalı bir hal alırmış.

Bu gece Karadeniz’in dalgaları uykularımıza yoldaş olup bizi bugünden geçmişe taşıyacak. Kamp ateşimizin sıcaklığında demlenen sohbetlerimizle yeni güne hazırlanıyoruz.

Cide, Kastamonu ilinin Karadeniz kıyısında yer alan bir ilçe. Bir yanında Küre (İsfendiyar) Dağları, diğer yanında Kestane Dağı var. Cide’nin tarihi insanlık tarihi kadar eski. Homeros yaklaşık 2800 yıl önce yazdığı ‘İlyada’da vahşi katırlarıyla ünlü Cide’den şöyle söz etmiş ve “Yüksek kültürlü Henetlerin yurdundan geçtik; Kiteros’tan, Aycelos’tan” demiş. Aycelos bugünkü Cide, Kiteros da günümüzde Gideros adıyla bilinen bir yerleşim yeri.

Cide’nin isminin Arapça boğaz anlamına gelen “cid” sözcüğünden türediği varsayılıyormuş. Sarı yazması ile ünlü Cide’nin en önemli değerlerinden biri de Türk edebiyatına ‘Hababam Sınıfı’ eserini miras bırakan şair ve yazar Rıfat Ilgaz. Cide’de her yıl, Rıfat Ilgaz Kültür Sanat ve Sarı Yazma Şenlikleri yapılıyormuş.

Sahibiyiz bu saatte denizin,/ Gökyüzünü genişletmek elimizde,/ Çıkmaz yıldızlar sözümüzden./ Herkes yatağından memnun bu saatte…” (Rıfat Ilgaz)

Sabah fırtına dinmiş, cinler çekilmiş, deniz sakinleşmişti. Orman denizine dalmak, sarp ve geçit vermeyen tepeleri aşmak için yola çıktık. Kayın, göknar, gürgen, meşe, çam ve kestane ağaçlarının arasında büyülü bir havada yürüyoruz.

LOÇ VADİSİ (GÖMEREN KANYONU)

Seyir tepesine doğru ilerlerken yerel rehberimiz bir hikâye anlatıyor. Efsaneye göre, sakat çocuğu olan bir kadın varmış. Çocuk her gün o tepeye çıkmadan susmaz, sürekli ağlarmış. Kadın her gün çocuğunu sırtına alır, tepeye tırmanırmış. Tepenin en üst noktasına çıkıp etrafı seyrederken çocuğun ağlaması kesilirmiş. Seyir terasına çıktığımda manzaranın güzelliği karşısında kalbime bir yumruk atılmış gibi hissediyorum. Loç Vadisi (Gömeren Kanyonu) görüş alanımda. Turkuaz renkli Devrekâni Çayı boyunca uzanan Loç Vadisi en bakir bölgelerden biri. Vadinin içinde Devrekâni Çayı’nın iki yanına kurulmuş beş tane köy var. Etrafları hilal şeklinde Küre Dağları ile çevrilmiş. Loç Vadisi (Gömeren Kanyonu), Valla Kanyonu’nun çıkışı ile Karakadı Kanyonu’nun başlangıcı arasında uzanıp gidiyor. Bir yanda sandal ağaçları, öte yanda kayın ormanı. Vadide dev kayalıklar ve bölgeye özgü bitki örtüsü ayrı bir güzellik katıyor. Bu büyüleyici coğrafyada kayın, gürgen ve sarıçamın yanı sıra defne ağaçları da var. Antik dönemin ünlü coğrafyacısı Amasyalı Strabon’un “Orman Denizi” dediği bu bölge, doğallığını koruyarak günümüze kadar gelmiş. Doğanın bütün renklerini bir araya getiren Küre Dağları, yeşilin her tonunu barındıran Loç Vadisi, cennetten bir köşe gibi. İkliminden dolayı dünyada sadece burada yetişen endemik bitkiler ve muhteşem orkideler var. Doyamadığımız manzaradan ayrılıp vadinin hemen girişindeki yön haritalarına bakarak Kılıçlı Mağarası’na doğru devam ediyoruz.

ÇAMDİBİ KILIÇLI MAĞARASI

Ağaçların ve çalılıkların arasına gizlenmiş Çamdibi köyündeki Kılıçlı Mağarası’nı epeyce yürüdükten sonra buluyoruz. Çamdibi Kılıçlı Mağarası iki katlı bir oluşuma sahip. Alt katta doğal mağara oluşumları var ve üst kata iki metre yükseğe tırmanılarak ulaşılıyor. Üst katta yapılan arkeolojik yüzey çalışmalarında Kalkolitik, İlk Tunç, Orta Tunç ve Bizans dönemlerine ait yedi bin yıllık parçalar bulunmuş. Cide’deki bu mağarada yaşayan insanlar, kendilerini kötülüklerden korumak amacıyla sadece bir kişinin ağırlığını taşıyabilecek ince çıtalardan yol yapmış, altına da yol boyunca kılıç döşerlermiş. İstenmeyen kişiler geldiğinde yoldaki çıtalar kırılır, kılıçların üzerine düşermiş. Mağara adının, bu kılıç tuzağından geldiği söyleniyor. Mağaranın dar olan girişinde gördüğümüz oyuklar da bu söylenceyi destekliyor. Çok fazla ilerleyemedik ama sarkıtlar ve dikitler muhteşem bir görüntü oluşturuyor. İkinci kata çıkan tahta merdiven hasar gördüğünden çıkamıyoruz. Kamp alanımıza dönüş yolunda zihnimde Birhan Keskin’in dizeleri uçuşuyor: “…hadi kalk gidelim, serinledi hava/ güneş söndü iyice, karanlığa döndü yüzüm/ bir mağara çiçeği yürüyor içimde/ içli bir bulut geçiyor üstümüzden, kalk gidelim.

Kamp ateşinin ve yakamozların ışıltısı altında günün yorgunluğundan arınıyoruz. Sabah uyandığımızda mavi ve dingin bir deniz görünce Karadeniz’in cinlerinin Demir Dağı’na fırlatıldığını düşünüyorum. Kısa bir deniz sefasından sonra kampımızı toplayıp yola çıkıyoruz. Dönüş yolumuzun üzerindeki Poyracık Şelalesi’ne de uğrayacağız.

ŞENPAZAR POYRACIK ŞELALESİ

Şenpazar’da Gürleyik köyünün yolu üzerinde aracı bıraktık. Yolun solunda bir patika bulup dereye indik. Ağaçların arasına gizlenen şelaleyi bulmak kolay olmadı. İki ahşap köprü yapılmış ama köprüler hasar gördüğü için geçişler biraz zor oldu. Kayaların arasından, üzerinden atlayarak gölete ulaştığımızda manzara nefesimi kesti. Çay sularının aşındırdığı balkonlardan taşan sular kayaların üzerinden hızla dökülüyor. Yeşilliklerin içinde beyaz köpük renginde akan sular büyüleyici güzellikte. Suyun sesi ve manzara birbirini tamamlıyor.

Karadeniz’in, Cide’nin kıyılarına vuran klasik mitolojinin doyumsuz öyküleri, sonsuz rüzgârlarla çok uzaklardan dalgalarla taşınıp gelmiş. Kıyı bölgelerde Deniz Tanrısı Poseidon kültü güçlü. Poseidon, “denizlerin efendisi” anlamına gelir. Denizlerin mutlak hâkimi sayılır. Gücü sadece denizlere değil, akarsu ve göllere kadar da uzanır. Poseidon sadece dalgaları yönetmekle kalmaz, aynı zamanda fırtınalar yaratabilir. Elinde tuttuğu tridentinin bir vuruşuyla kıyılardaki kayalıkları yerinden oynatır, toprağı allak bullak eder. Mitler ve efsaneler şelaledeki sularla kayalardan dökülüp göletin ortasında oluşan girdapta kayboluyor.

Yeni yolculuklara başlamak üzere kente dönüyoruz.Yolculuklar başlamaz yürek çağırmasa/ akıl yorulabilir, yılabilir, ama yüreğin sırtı gelmez yere./ Yelkenlilerle gidiliyor kosmosa / Piri Reis’in haritasında yüzen yürek kadar yelkenlilerle.” (Nâzım Hikmet Ran)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar