GEZİ 

AVDAN’DA SONBAHARIN AYAK SESLERİ

Yol uzun, atım eşkin/ kimse kınamasın.” – Ali Püsküllüoğlu

Homeros destanlarını lir eşliğinde özgürce okuyan gezgin şarkıcılar kıvrıla kıvrıla akan derenin kenarında yürüyorlar. Güneşin ışıkları altın bir tül gibi ağaç dallarından sarkıyor. Ağaçlar, çalılar umut dolu bir sessizlik içindeler. Akşam rüzgârını bekliyorlar. Ezgiler birbirinin ardı sıra tuhaf geçişlerle ağır ve hüzünlü melodilere dönüşüyor. Gölün kıyısındaki kayaya oturuyorum. Ahengi usumda, majör gamı ruhumda gizliyorum. Kayada otururken pastoral neşeyi duyumsuyorum. Kendimi tatlı hayallere kaptırmışken bir korna sesi çıkarıyor beni rüyadan.

Şehirde kısırlaştırdığım zamanı doğanın kollarına atmaya gidiyorum. Ankara’nın ilçesi Çamlıdere’nin Avdan köyüne doğru yola koyuluyoruz. Avdan, Ankara’nın en iyi doğa yürüyüşü rotalarından biri. Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü ile özel bir rotada yürüyeceğiz. Kulübün rotaları çoğunlukla daha önce kimsenin ayak basmadığı yerlerden geçiyor. Dünyanın gürültüsünden kaçıp sığındığımız doğa, anne şefkatiyle bize en muhteşem manzaralarını sunuyor. Bölgenin tarihi, ilkçağlara kadar uzanıyor. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Galadlar ve Bizanslılar hâkimiyet sürmüş bu topraklarda. 1073 yılında Selçuklu Türkleri ele geçirmişler bu toprakları. Osmanlılar, ‘Yabanabad’; Selçuklular ise, ‘Yabanova’ derlermiş bölgeye. Burada imar işleri Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmaya başlanmış. Bizim her hafta sonu bir başka köşesini gezdiğimiz toprakları Evliya Çelebi yüzyıllar önce köy köy gezmiş. Ben bir yolcuyum; duyduğum, gördüğüm her şeyin yabancısıyım.

Coğrafi yapısı engebeli olan Avdan köyü düzlük bir alana kurulmuş. Köyün eski adı Avrak’mış. Osmanlı’da “av yapılan bölge” anlamına geliyormuş. Avdan’ın diğer anlamı “pazar günü”ymüş. Köyden çıktıktan bir süre sonra engebeli araziye dalıyoruz. Tırmanmaya başladıktan bir süre sonra seyir terasına benzer bir yerde durup ayaklarımızın altında serili düzlüğü ve köyü seyrediyoruz. Hüzünlü kayaların yanından geçiyoruz yol boyunca. Ormanlık araziye geldiğimizde başka bir dünyaya daldık. Ayaklarımızın altında toprağın sesi. Sonbahar hüznü yapraklara bulaşmaya başlamış. Yapraklardaki yansımalar güneşin ateşli dokunuşları ile pırıltılı bir perde oluşturuyor. Hafifçe esen rüzgâr, ormanın ıslıklı mırıltısı gibi yayılıyor. Ormandan çıktığımızda kayalık bir arazi karşılıyor bizi. Kayaları bozkırın bekçileri olan yalnız ağaçlar bekliyor. “Manzara karşısında tefekküre dalmak şiirsel bir eylemdir” der Wordsworth. Böylelikle şehrin keşmekeşini ardımızda bırakırız.

Güz mevsimi geldiğinde şehrin sokaklarında ipe dizili satılan alıçlar, yürüyüşümüz boyunca ara ara karşımıza çıkıyor. Dikenli bir bitki olan alıç daha çok kayalık yerlerde, dereleri gören yamaçlarda, çalılıkların içinde kendiliğinden yetişiyor. Meyveleri rüzgârla büyür. Dağ insanlarına benzerler, kolay kolay ulaşamazsınız meyvesine. Mutlaka dikenleri batar teninize.

Ağaçları düşünüyorum sonra; mesela elma sessiz ve çalışkandır, kendi halinde. Kiraz da öyledir, konuşkandır; fakat yüz verdiği için mi serçelere… Alıç ve ahlâtın yeri ayrıdır bizde, gitmemişlerdir çünkü köyden kente…” (İbrahim Tenekeci)

Mitolojide alıç, tanrı dikenidir ve kötü ruhlar bu ağacın dikeninden korkarlar. Meyvelerini yerken dikenler de epey hırpalıyor bizi.

Tepenin sarp kayalıklarında, patikalarda yürürken sessizlik eşlik ediyor bize. Sarı, kırmızı yapraklardan süzülen ışık, bedenimi toprağa çekiyor. Gündüz düşleri görüyorum yürürken. Hava ılık, gökyüzü derin mavi. Ayaklarımın altındaki toprağı çiğnerken ormanın boğuk homurtuları, dans eden rüzgârın nefesi sarmalıyor beni. Orman kuytularında gezen kaçak bir gölgeyim. Gün bitiminde yorgun güneşin son ışıkları patikada titreşiyor. Nefis bir manzara eşliğinde köye doğru inişe geçiyoruz. Geçip giden gün, göğün maviliği, patikanın sivri taşları, ezilen otlar büyüleyici güzelliği ile kutsuyor rotamızı. Gördüğümüz manzaranın kendisi oluyoruz. Yabanı fetheden gezginleriz hepimiz.

Köye girdiğimizde semaverde tüten dumanın ucuna takılıp dolanıyorum evlerin arasında. Her birinde ayrı hikâye… Hüzün çöreklenmiş terk edilmiş evlerin kapı aralığına. Yol arkadaşlarımızla yudumladığımız meşe kokulu çayın tadında, yürürken duyduğumuz hazzı paylaşıyoruz. Kente dönerken mutluyuz, dünya kumaşının altın ipi elimizde.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar