TOPLUM 

AKIL DURDU, KALP SOĞUDU

Şiddet, korkunun çocuğudur.” – Amin Maalouf

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mart 2020 raporuna göre; 29 kadın öldürüldü, 9 kadının ölümü ise şüpheli. Nisan 2020’de 20 kadın, erkekler tarafından öldürüldü; 20 kadın ise şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Mayıs 2020’de 21 kadın cinayeti, 18 kadının ölümü şüpheli. Haziran 2020’de ise 27 kadın cinayeti, 23 kadının ölümü şüpheli.

Tüm bunlar dört aylık süreçteki kadın ölümlerinin bilançosu. Ben bunları yazarken kaç kadının fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddetle karşı karşıya kaldığını tahmin dahi etmek istemiyorum. Cinsiyet ayrımcılığının evrensel bir boyutu vardır. Toplumsal cinsiyet ilişkileri ve aile ilişkilerini kültürel, tarihsel olarak ve modernleşme süreci ile açıklayabiliriz. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve ataerkillik bağlantısını görmek için “Ev-İçi Şiddet” alanına girmeliyiz. “Kamusal alan” ve “özel alan” ayrımı, toplumlarda cinsiyet eşitsizliğine yol açmaktadır. Bu da şiddeti meşrulaştıran bir anlam taşıyor. Ev-içi şiddet, şiddete maruz kalanın şiddet uygulayanla aynı evi paylaşmasına bağlı olmayan, eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik şiddetin hepsini kapsar. Ev-içi şiddet, aile içi şiddeti kapsar. İdeal aileyi düşündüğümüzde mutluluk kaynağı olarak hayal ederiz. Oysaki birçok ailede duygusal, fiziksel ve cinsel istismar yaşanıyor. Aile-içi şiddet, sadece aile bireylerine yöneliktir. Aile-içi şiddetin başında ise kadına yönelik şiddet vardır.

Uluslararası platformlar, tüm dünyanın sorunu olan kadına yönelik şiddetin önlenmesi için çalışmalar yapıyor. Kadına yönelik şiddet, insan hakları ihlalidir ve ayrımcılık oluşturmaktadır. Ev-içi şiddet, yakın ilişki şiddeti demektir. İlişkilerde kadınlık ve erkeklik rollerine dayalı olarak şiddet ortaya çıkıyor. Erkeğe verilen koruma, sahiplenme ve karar verici rolü, kadının kontrol edilmesi ve bağımlı hale getirilmesi anlamına geliyor. Bu durumda erkek sadece kendi özelliklerinden dolayı değil, toplumun kendine yüklediği rolden dolayı şiddet uyguluyor. Bu, evlilik içi tecavüz ve namus cinayetleri bakımından da geçerlidir. Tecavüzde de erkek kendi tanımladığı cinsellik anlayışına göre hareket etmektedir. Tecavüz edilebilirlik de kadınla özdeşleştirilmiştir. “Tecavüz”, rızaya bağlı olmayan ve zor kullanılarak yapılan cinsel ilişki anlamına gelir. Ama burada “rıza” kavramı problemlidir. Failler, mağdurların “Hayır” derken aslında “Evet” demek istediklerini belirtmektedirler. “Hayır, hayır demektir!” sloganı da söz konusu algıya karşı olarak doğmuştur.

Kadın, modernleşme süreci içinde her alanda çalışma hayatına girerek güçlenmeye başlamıştır. Kadının ekonomik gücü, erkeğe toplumun binlerce yıldır biçtiği rolü değiştirdi. Daha önce erkek para getiriyor ve ekonomik doyumu sağlıyordu aileye. Bu durum artık eşitlenebilir hale gelince erkekler kadının her alanda güç ve mevki sahibi olmasını kaldıramıyor. Erkek, ataerkil öğrenmeden gelen fiziğini, kadın üzerinde fiziksel şiddet olarak gösteriyor. Geleneksel kültürümüz kadına şiddeti normalleştiriyor. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi özdeyişler toplumumuza yerleşmiştir. Evlilikten sonra kadına anne babasından gelen destek azalır. Kadın üzerinde kocanın hâkimiyeti hüküm sürer. Kadınlar bu nedenlerden dolayı aile içi şiddeti bir sır olarak saklar. Kocası ile anlaşamaması, kocası tarafından hor görülüp dövülmesi kadın için utanç vericidir. Çünkü toplum kadının eş ve anne olarak görevini yerine getirmediğini düşünür. İş görme, hizmet ve itaat kadının kimliğinin bir parçası olmuştur. Aile içi şiddet, kişisel olduğu gerekçesiyle tüm toplumsal kademelerde olanca hızıyla devam etmektedir. Kişisel olan aynı zamanda politiktir. Bu da kadının köleleştirilmesine, kimliksizleştirilmesine ve ikinci sınıflaştırılmasına neden olur. Türkiye’de kadınlar en çok eşlerinden şiddet görmektedirler. Eşin dışında ise babalarından, erkek kardeşlerinden, ağabeylerinden, erkek akrabalarından, kadın akrabalarından ve kayınvalidelerinden dayak yemektedirler. Kadınlar kendileri ve çocukları için yaşamsal, sosyal ve ekonomik güvenceleri olmadığı için şiddet içeren ilişkilerde yaşamaya devam etmek zorunda kalırlar.

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde engel olma, koruma-destekleme ve yargılama-cezalandırma ilkelerinin yasa uygulayıcıları tarafından gözden geçirilmesi gerekir. Toplumsal duyarlılığın artması ve eğitim düzeyinin yükselmesi önleyici tedbirlerdendir. İstanbul Sözleşmesi’ndeki “kadınların koruma programına alınarak yeni bir kimlikle yeni bir hayat kurması” maddesinin hayata geçirilmesi, kadın cinayetlerindeki cezalarda “iyi hal” gibi indirimlere gidilmemesi, şiddet konulu davaların hemen sonuçlandırılması mağdur kadınların hayatlarının riske girmesini engelleyecektir.

Vazgeçme! Çünkü umut hiç bitmez…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar