EDEBİYAT 

TOZLU ODA

Kollarım koltuğun iki yanında açık, dimdik oturuyorum. Parmaklarımsa simsiyah ahşap kolçakta, yavaş yavaş parlak yüzeyini okşuyor. Başparmaklarımın altındaki cila çoktan aşınmış. Matlaşmış siyahı, ışık yansıdıkça donuk bir griye dönüyor.

Parmaklarımın ucunda kıpkırmızı tırnaklarım, birer kan damlası. Arkasında incecik bileklerim, bileklerimi sıkan işlemeli beyaz gömleğimin bulutlar gibi fırfırlı boğumları.

Gömlekten yukarı çıkarken bir zamanlar siyah kolçaklarla eşsiz bir kontrast oluşturan beyaz koltuğumun kadifesi başlıyor. Şimdi griye çalan kumaşı erimiş, yumuşamış. Koltuğumun renkleri oyun hamuru gibi karışmış, birbirine bulanmış, bolca dönüşmüş. Hamur, beton harcı gibi donmuş kalmış. Bu yüzden ben ne kadar dik oturuyorsam üstünde, o da dört kısa bacağının üstünde o kadar sağlam duruyor. Koltuk, kararlılığımın şeklini almış.

Bileklerimden yukarı çıktıkça gömleğin işlemeleri yoğunlaşıyor. Parlak iplerin özenle tuttuğu irili ufaklı inciler köprücük kemiklerime kadar ince yollar çiziyorlar. Kemiklerimin çukurlarına gölgeler dolup taşıyor.

Başım geriye yaslanmış, incecik saydam boynum gerilmiş. Porselen bir bebek olsaydım çoktan kırılmış, parçalara bölünmüştü. İncilerin bitirdiği yolu boynumun iyice belirginleşen mavi damarları devralıyor. Bir katil için kusursuz bir harita olsa gerek.

Sivri ucu tavana dönmüş çenemin biraz üstünde, kurumuş gül yapraklarını andıran dudaklarım, hafifçe yukarı kıvrık. Çizgilerinden solmaya başlamış, koyulaşmış, gölgelenmiş. Ortası pudralanmış gibi beyaz, üzerinde alacalı şarap damlaları. Dudaklarımın hafif açık aralığından sıcak nefesim değdikçe damlalar nemlenip parlıyor, saniyeler içinde yeniden soluyor.

Minik burnumun üstünde altın suyuna batırılmış oklar gibi kirpiklerim, şeftali yanaklarıma doğru uzanıyor. İri gözlerim kendini korkunç bir baş ağrısına sımsıkı kapatmış. Altın buklelerim dağılmış. Şeftali yanaklarımı ustaca sıyırıp omuzlarıma iniyorlar. Buklelerimin arasında, yüzümün iki yanında, iki iri örgü. Örgüler başımın arkasında sedefli tokama sarılmış, tacım olmuş.

Yüzümün sol tarafı tatlı bir sıcaklık içinde. Kalın füme perdeler arasından sızan güneş sol profilimin arkasında kalan her şeyi karanlıkta bırakıyor. Siluetim uzadıkça uzuyor, odanın en dip köşesine çarpıp katlanıyor. Vücudumun gölgesi kara parkede, başımın gölgesi bej duvarda kalıyor. Güneş usta bir cellat gibi alıyor başımı.

Odada zaman yok. Hava ağır.

Derin bir nefes alıyorum, incilerim sallanıyor. Tonlarca ağır altın oklarım tam karşıya saplanıyor, gözlerim aniden açılıyor. İşte, orada, karşımda, sırmalı çerçevenin tam ortasında, gözlerini dikmiş bana bakıyor. İnceliyor besbelli, yargılıyor. Ateş başıma çıkıyor. Gözlerimi kaçırmıyorum. Tırnaklarım ahşabın cilasına saplanıyor, tüm gücümle sıkıyorum.

Tedirginim; ama sesime yansımıyor.

– Ne istiyorsun yine?

Dudakları benimle aynı anda tekrarlıyor.

– Ne istiyorsun yine?

Sinirleniyorum, gülüyor, gülüyorum. İstemeye istemeye gülüyorum, sırf o gülüyor diye. Gözlerim kıpırdamıyor bile, gülüşüm küfür gibi.

Cevabımı düşünüyorum. Ne istiyorum? Tek kelime etmiyor; ama ne düşündüğünü çok iyi biliyorum. Ağzını bile açmadan bağırıyor bana.

– Öyle çok korkuyorsun ki kaybolup gitmekten, utanmasan çamurlu ayak izini bile saklayacaksın. Sakladıklarınla var olamazsın, artık anla. Geçmişinin tozlarını üst üste ekleyerek kendine bir iskelet oluşturamazsın. Ne metro biletleri, ne çikolata paketleri… Bu çöp yığınının arasında ölüp gideceksin, kokuşacaksın. Sonunda sakladıklarından bir farkın kalmayacak. Leşini kediler bile yemeyecek!

Kaşlarım çatık, ikna etmeye çalışıyorum:

– Ama ben bir koleksiyonerim?

– Sen bir korkaksın!

Bu sefer tek kaşım havaya kalkıyor.

– Yanılıyorsun. Sakladığım her şey yaşamın bir parçası. Yaşamsa korunmaya değer. Karşında gördüğün önde etten kemikten vücudum olabilir; ama tam arkamda sakladıklarım zihnimin tüm parçaları. Bir bütün olarak varım, karşındayım. Zihnimi, nesnelere kustum ben.

– Ne saçmalıyorsun?

Sinirleniyorum. Tam ağzımı açacakken gözümüz yerdeki bir kâğıt parçasına takılıyor. Okumak istiyor, mecburen eğilip alıyorum. Kâğıt eskimiş, incelmiş, belli ki bir de ıslanmış. Dağılmış mürekkepten belli belirsiz bir adres okunuyor. Ona fırsat vermeden hemen açıklama yapıyorum.

– Paris’teki bir eskicinin adresi bu. Kıymetli parçalar satıyorlar. Paltolar, şapkalar, deri çantalar, ayakkabılar… Gidecektim, vaktim kalmadı. Bir sonraki gidişimde uğrayacağım, ondan saklıyorum. Pastacıdaki satıcı kadından almıştım adresi. Bir daha sorsam bulamam, o yüzden saklıyorum işte. Gideceğim.

Çarpık çarpık gülüyor.

– Eskici demek, ha?

Boğazını sıkmak istiyorum. Devam ediyor.

– Sahiden, bir başkasının ayakkabısını alıp giyeceksin demek. Kim bilir kimin, belki de bir ölünün? Başka birinin ayakkabısının içinde olmak nasıldır, hiçbir fikrin yok senin.

– Ayakkabı almak zorunda değilim. Sadece satıldığını söyledim sana o kadar.

Gayri ihtiyari gömleğime dokunuyorum. Gömleğim de hiç tanımadığım bir kadına aitti; ama bunu dile getirmeye gerek duymuyorum.

– Paris’e ne zaman gidiyorsun, bakalım?

Cevap dahi vermiyorum, ne zaman gidiyorsam gidiyorum işte, ne önemi var bunun! Cevap alamayınca devam ediyor.

– Cevabı bilmediğine göre yakın zamanda olmadığını tahmin ediyorum. Belki de hiç gidemezsin, belli olmaz. Bu odadan çıkmak kolay değil ne de olsa, değil mi? Hem çıkabilsen bile, tüm bunları taşıyarak iki adımdan fazla atamazsın.

Başını hafifçe sola yatırıp gözlerime bakıyor. Bana baktığında tek gördüğünün benim de başımı hemen sağa yatırdığım olduğunu biliyorum. Çaresizliğim hoşuna gidiyor. Gözlerim gözlerinde.

– Eh, bu durumda da adrese falan ihtiyacın yok. Zaten gidersen korkarım yakalayıp antika diye seni satarlar orada.

Komik değil. Dişlerimi sıkıyorum.

Kâğıdı yırtmak istiyor, yırtmaya başlıyoruz. Yırttıkça kül gibi dağılıp yok oluyor. Geriye parmaklarımın ucunda hafif bir grilik kalıyor. Paris’teki dükkân dünya haritasından siliniveriyor. Hafifliyorum.

Hakikaten, ne saçmalıyorum ben? Dünyanın etrafında yedi tur koşabilecekken her gün zincirlerimi parlatıyorum. Ne düşünüyorsa onu düşünüyorum, haklı olduğunu en çok ben biliyorum. Yine de bir konuda haksızlık ediyor, kesinlikle korkak değilim. Doksan dokuz derece boyunca avucumda duran su damlalarının derece yüz olduğunda gökyüzüne karışacağını ikimiz de başından beri biliyorduk.

Bu sefer ben gülüyorum, o da gülmek zorunda.

– Yapamayacağımı sanıyorsun, değil mi?

Yapabileceğimi en az benim kadar iyi biliyor.

Gözlerimi karşıdan ayırmadan elimi boynumdaki incecik zincire götürüyorum. Dipsiz kuyudan can suyumu çeker gibi çekiyorum. Çekiyorum, çekiyorum, ucundaki altın anahtar avcuma geliyor. Parmaklarımın arasından taşıyor. Öyle ağır, öyle gösterişli… İnce ince işlemeli. Öyle anlamsız.

Bir daha bakıyorum, gözlerini gözlerime dikmiş, merak ediyor. Anahtarı tüm gücümle suratının ortasına fırlatıyorum. Sırmalı çerçevenin içindeki yüzyıllık aynam paramparça oluyor. Gözleri bir tarafa, dudakları başka tarafa dağılıyor. Parçaları sakladığım çöp yığınının içine saplanıyor. Ağır ağır kalkıyorum. Bir daha bakıyorum, gerçekten de arkamda çöpten başka bir şey görmüyorum. Kapının anahtarını düştüğü yerde bırakıyorum. Topuklarım tak tak tak, parkeyi delip geçiyorum. Tam on beş adımda kapıya varıyorum.

Son kez bakmıyorum, kapıyı arkamdan yavaşça kapatıp çıkıyorum. Uzun koridordan yürüyor, lacivert halı kaplı merdivenlerden aşağı iniyor, ıslak caddeye çıkıyorum. Attığım her adımda bir öncekini unutuyorum. Odanın adresini unutuyorum, odadakileri unutuyorum, odayı unutuyorum. Derin bir nefes alıp gülümsüyorum. Damlalar düşmüş bile, yağmur kokusu var havada. Günün son ışıkları kırılıyor. Üstümde kalan tozları silkeleyip uçuyorum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar