EDEBİYAT 

FRANSIZ ÖPÜCÜĞÜ

Kaşlarım çatık. Kitabımın satırları arasında kaybolmuşken başımı sayfalardan kaldırmamı sağlayabilecek tek şey oluyor. Göz hizamdan sallana sallana kutusuna saklanmış bir keman geçiyor. Keman, kırmızı siyah masalar arasında dolaşıyor, bir türlü seçemiyor. İçeri giriyor, tekrar avluya çıkıyor. Minik beyaz taşlar üzerinde birkaç saniye durup şöyle bir göz gezdiriyor. Kendine kırmızı masalardan birini beğeniyor, kararlı adımlarla ilerleyip kendini sandalyeye bırakıyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Elleri göbeğinde arkasına yaslanan yaşlı adamlar gibi rahat.

Bir süre kemanı izledikten sonra, bu sefer de kemanın nereyi izlediğini merak etmeye başlıyorum. Masanın üzerindeki nota kâğıtlarını izliyor, yemeğini yemek için ağzı sulanan yaşlı adamlar gibi gerçekten de. İştahla içine çekeceği melodileri bekliyor telleri parlayarak. Nota kâğıtlarının üzerindeyse bir çift el hiç durmadan hareket ediyor. Ellerin ritmini duymamak mümkün değil. İnce uzun beyaz parmaklar, üst sınıf bir restoranın smokinli garsonları gibi disiplinli ve hızlı. Bu sefer işin mutfağını merak etmeye başlıyorum. Parmakların üzerinde dolaşan gözlerim benden de meraklı, yukarı tırmanmaya başlıyor. Dirsek hizasında kıvrılmış kadife gri bir gömlek, kendinden emin omuzlar, sıcak bir boyun, bal rengi saçlar. İşte, bana bakıyor, koca restoran döndü bana bakıyor. Garsonlar ve mutfak, hepsi! Ben mi? Bense ışığın gücüne boyun eğmiş kıpırtısız bir tavşan, gözlerim kocaman, mecbur gülümsüyorum. İşte, menüden payıma düşen, benimkinden de utangaç bir gülümseme.

—o—o—o—

İlk kez yolumu uzatmıyorum. İlk kez adımlarımı ben sürüklemiyorum, bu sefer onlar beni götürüyor. Osmanbey’den yürüyor, hızlıca İstiklal’i geçiyor, Galata’dan Karaköy’e yokuş aşağı koşuyor, kendimi saniyeler kala yakaladığım vapura atıyorum. Bunların hepsini 10 saniyede yapıyorum. Öyle hızlı, öyle bulanık geçiyor zaman.

Gabriel’den bir mesaj, sırtında ut, Boğa’nın orada bekliyormuş. Bir dakika, ut mu? Ah, bir de ut çalıyormuş. Elimde bir kutu dağ çileği, Kadıköy’ün Boğa’sına gidiyorum.

Rahatsız kayalar üstünde hafifçe kıpırdanıyorum. Yıllar olmuş burada oturmayalı, oturmayı bile unutuyormuş insan. Karşımda adalar, yanımda kocaman bir ut yatıyor. Bir dakika geçmiyor, kucağımda buluyorum. Doğru şekilde tutmaya çalışıyorum; ama ikimiz de biliyoruz ki yan yatmış bir kayığa tırmanmaya çalışan sarı bir kedi yavrusundan farksızım. Gülüyor. Gaby bana hep gülüyor.

– Bak Gaby, çalıyorum!

– Kalbine daha yakın tutmaya çalış, evet, işte böyle. Bu şekilde tutarsan her notada titreşimleri içinde hissedebilirsin. Evet, hissediyor musun?

Öğretmenim oldukça sabırlı, heyecanımı izliyor.

Sıramı devrediyorum. Kibarca kucağımdan alıp tatlı bir melodi çalmaya başlıyor. Üstelik sesi de güzel, hiç anlamadığım Fransızca cümleler dudaklarından gözlerime çarpıyor. Tek bir saniyesini bile kaçırmıyorum.

– Nedir bu, Gaby? Çok hoş.

Rönesans Dönemi’ne ait bir şarkı hediye etmiş bana. Sözlerini çeviriyor.

– Bir zamanlar kırmızı şarap içerdim. Başımı öyle çok döndürürdü ki dünyayı göremez oldum. Bu yüzden artık beyaz şarap içiyorum.

Ah, ben de öyle. Düşünceler aklımda uçuşuyor; ama Gaby hepsini duyuyor. Sanki bakışlarını üzerimden hiç ayırmayacak da, biz de bu anın içinde bir Rönesans tablosuna dönüşüp sonsuza kadar ateşler içinde kalacakmışız gibi gözlerime bakıyor. Bakışlarımı denizin serin sularına çevirmezsem, şarkıdaki gibi dünyam dönecek biliyorum. Gözlerimi kaçırmıyorum, gözlerim kaçıyor. Yavaşça ellerime uzanıp parmak uçlarımı dudaklarına götürüyor. Şaşırıyorum, beyaz şarabın böyle yakmayacağından nasıl da emindim oysa.

Şaraptan da kırmızıyım şimdi, soruyorum.

– Peki, ya sen, şarap sever misin?

Cevabı net, “Gözlerini kapat” diyor. Karşısında bir meraklı var, bilmiyor. Kapatmıyorum.

– İşim var seninle.

Sıcacık parmakları şefkatle göz kapaklarıma yerleşiyor. Heyecanımı fark etmesin diye gözlerimi hiç hareket ettirmemeye çalışıyorum; ama biliyorum, nefesimin kesildiğini bile hissediyor.

– Avcunda kadehi hayal et, sımsıkı kavradığını.

Camın soğukluğu avuçlarının arasında, gökyüzünün tüm yıldızları şarabın yüzeyinde parlıyor. Yüzeyin parlak dudakları gökyüzünün karasıyla buluşuyor. Havadaki bahar kokusu şaraba karışıyor.

Lodos saçlarımı havalandırıyor. Sakince, aceleden uzak, yerçekimini de yok sayarak gözlerimin hizasında öylece süzülüyorlar. Her bir saç telim tek tek yanaklarımı okşuyor. Batışını görmüyorum; ama tarif ettiği şarabın kokusunu ciğerlerimde ne kadar hissediyorsam, gökyüzünde kalan kızıllığı da o kadar net görüyorum. Gözlerim hâlâ kapalı, gülümsüyorum.

Devam ediyor.

– Lyon’da içtiğimiz her şarabın kokusu böyle özel, farklıdır. Dudaklarına değen damlaların nasıl çarpacağını bilemezsin; ama seni şaşırtacağından her zaman emin olabilirsin. Buralardaysa, birkaç deneme, birkaç da hayal kırıklığı yaşadım; ancak dudaklarımı yakabilecek şarabı bulamadım. Bu yüzden içmiyorum.

Yavaşça dudaklarıma eğildi.

– Yine de bazı şaraplar risk almaya değer.

Sarhoş oluyorum.

Yanaklarımın gökyüzü kadar kızıl olduğundan emin, gözlerimi bulabildiğim ilk kaçış noktasına odaklıyorum. Çizgili çoraplarını saran kahverengi deri ayakkabıları. İkimizden de yaşlı görünen bir çift ayakkabı, dünyayı gezmiş gibi de bir halleri var üstelik.

– Madem şarap içmiyorsun, başka neler içiyorsun?

– Rakiya!

Gülüyorum.

– Rakı olmasın o?

Gülüyor.

– Non, rakiya!

Devam ediyor.

– Bütün yazımı Atina tavernalarında –son bir gece daha– rakiya içerek geçirdim. Rakıdan daha berrak, daha güçlü, ayaklarını kesiveriyor dünyadan. Dünyaya yeniden dönmeye karar verdiğimdeyse rotamın ilk sırasında İstanbul’u buldum.

– Bu da müzisyen hayat tarzının bir parçası mı yoksa, Gaby?

Gözlerinde tutku var.

– Hayır, bu gezgin hayat tarzımın bir parçası.

– Öyle mi? Haydi, bana bir tavsiye ver, gezgin tavsiyesi.

– Bir gün kendini birdenbire açık denizin ortasında bir gemide bulabilirsin. Nasıl deme, olabiliyor işte. Karaya adım atmana günler var. Denizin sonsuzluğu ve dalgalar, seni hasta edebilir. Sallandıkça mahveder. İnmek istersin; ama dümendeki sen değilsin. Hiç bitmeyecek gibi duran bir yolculuğun içinde durup bir dakika dinlenemezsin. Ne hissettiğinin önemi yok, gemi dalgaları yarmaya devam eder. Seninse gemiyle birlikte ilerlemekten başka şansın olmaz.

– Bu hissi biliyorum, Gaby.

Gülümsüyor.

– İşte böyle durumlarda iç dengesi daha güçlü olan insanlar en çok sarsılanlar oluyor. Ne kadar dengeliysen, dalgaların sarsıntısını o kadar güçlü hissediyorsun. Her çarpış dengene bir darbe indiriyor. Ayakta duramıyorsun. İç dengesi zayıf olanlarsa, zayıflığı kadar uyumlu oluyor. Onlar doğuştan alışık oluyor sarsıntılara, öylece sallanıyorlar dalgalarla. Ne hissediyorlar, ne de farkını anlıyorlar. Bana öyle geliyor ki sen güçlü olanlardansın. İşte, böyle durumlarda, gemi ne kadar sarsılırsa sarsılsın, gözlerini ufuktan sakın ayırma. Sana güven verecek, seni rahatlatacak. Gözlerin kaysa da dünyanın eksenini yakalayacaksın. Onu yakalayabilirsen güverteye daha sağlam basar, dengeni korursun.

—o—o—o—

Karanlığa karışmak üzere olan ufuk çizgisine bakıyorum. Bir yelkenli, tembel tembel günün son ışıklarını topluyor. Gözlerimi ufuktan ayırmıyorum. Başım Gaby’nin omzunda, ağzıma bir dağ çileği atıyorum. Keşke biraz da şarabımız olsaydı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar