EDEBİYAT 

CEVHER

Bolly; rutininden oldukça bunalmış, gündüz düşlerine dalmak üzere kendini sonsuz tünelinde uzun bir yürüyüşe bırakmıştı. Minik ayakları kaygan taşlar üzerinde süzülüyor, kayıp düşmemek için bastığı yere tırnaklarını geçiriyordu. Tırnaklarının taşa her çarpışında çıkardığı tıkır tıkır sesleri tünelde şöyle bir yankılanıyor, duvarların pis kokusunda eriyip sessizliğe karışıyordu. Dinlenmek için minik bir su birikintisinin önündeki oval taşı seçti. Ayaklarını suya doğru bıraktı, minik elleri göbeğinin üstünde kavuştu.

Su çamur gibi bulanıktı. Sığ olmasına rağmen dünyanın merkezine inen karanlık bir kuyuyu andırıyordu. Bolly biraz öne eğilip iyice yaklaştı. Birden yansımasıyla yüz yüze geldi. İçinde yaşadığı, bizzat kendi bedeni, işte, karşısında durmuş dimdik ona bakıyordu. Bembeyaz yüzünün iki yanındaki kara gözleri yağlı bir zeytin gibi parlıyordu. Gözlerin biraz altında, göbeğinden de önde giden uzun ama minik burnu, onun altındaysa ıslak pembe dudakları.

Gördükleri onu hiç şaşırtmadı, kendini ilk görüşü değildi. İlk olsaydı bile yine aynı bıkkınlıkla izlerdi, zira her gün aynı yüzden yüzlercesini görmek, Bolly’nin beynine “farksız olduğu” kıymığını saplamıştı bir kere. Canını derinden acıtan bu “farksız hissetme” hali gerçekten de tam olarak yüzsüz bir kıymık gibi kendi yansımasını ilk gördüğü andan beri oradaydı. Zaman zaman varlığını unutup saplandığı yere dokunacak oluyor, acıyı yeniden hissedip her seferinde yeniden yıkılıyordu. Kıymığı çıkarmayı da denemişti; ancak öyle derine ve öyle incelikli saplanmıştı ki minik elleri yetmemişti söküp atmaya. Yardım da istemedi Bolly, kimse yarasını bilsin istemedi. Farksız olmaktan rahatsız olduğu kadar bu rahatsızlığından da utanıyordu. Varlığını kabul etmiş ve ona dokunmadan yaşamaya çalışır hale gelmişti. Ancak ne zaman kendini hatırlatacak bir yansıma çıksa karşısına, eski yarası bir taş isabet etmiş gibi zonklayıp duruyordu.

İşte, yine aynı acı, sinirlendi. Sinirinden minicik kollarındaki tüm kuvvetle bıyıklarını çekiştirmeye başladı. Bir sağa bir sola, koparmak istercesine çekiştirip duruyordu. Uzun bıyıklar daha da uzadı sanki. Kollarını geçip tünelin iki ucuna doğru uzandılar. O bıyıklarını çektikçe dudakları da gerildi, minik sivri dişleri ortaya çıktı. Karşısında korkunç bir gülümseme duruyordu şimdi. Nefret dolu bir gülümseme. Gözlerinden yaşlar boşaldı, hangisi daha çok acıttı, bilemedi.

Minik ıslak burnunu çekti, gözünü sudan kaldırıp etrafına bakmaya başladı. Upuzun tünelde kesik kesik ışık huzmeleri karanlığı eşit parçalara bölüyordu. Işığın yarıp geçtiği havanın kiri, altın tozları gibi yavaş yavaş süzülüyordu. Kısılmış kara gözleri birden alışılmadık bir şey fark etti. Birkaç kesit uzakta, kalınca bir borunun altında kendisine vuran güneşten bile parlak, sanki ateşten bir halka duruyordu. Bolly, iki ayağının üstüne kalktı, bıyıklarının altındaki minik burnu hızlı hızlı oynamaya başladı. Göbeği heyecandan inip kalkıyor, üstündeki kısacık kolları da göbeğiyle birlikte havalanıyordu. O da neydi? Ateş değildi, ışık değildi, sanki bir taç, –evet, evet!– altından bir taç gibiydi. Hiç zaman kaybetmeden yeniden dört ayağının üstüne inip hızlıca borunun altına doğru koşmaya başladı. Tıkır tıkır tıkır. Zavallı kuyruğu da arkasından kendine yetişmeye çalışıyor, bir suya batıyor bir taşlara çarpıyordu.

Halkayı ellerine aldı, evirdi çevirdi, kokladı. İlk kez kalbinin hafiflediğini hissediyordu. Aradığını bulmuştu. Bu incecik metal yuvarlak onun tacı olacaktı. O artık farksız Bolly değil, özel olacaktı. Kendinden emin, hemen halkayı başına geçirdi. Biraz bol geldi, boynundan aşağı omuzlarına indi. Olsun. Halkanın bir ucu omzunda kaldı, bir ucunu sağ kolunun altına geçirdi. Bir güzellik yarışması finalisti gibi, başı dimdik, geri dönüş yolunda yürümeye başladı. Bu sefer yansımalardan gözünü hiç kaçırmadı.

Köye yaklaşınca yavaşladı, ağır adımlarla meydana doğru yürümeye başladı. Kendilerine yaklaşmaya başlayan bu yabancı parlaklığı anında fark eden fareler de yavaş yavaş ona yaklaştı. O bir adım attıkça onlar bir adım geri gitti. Ta ki etrafında doğal bir çember oluşana kadar. Kimi imrenerek kimi hasetle kimi şaşkın kimi de onaylayarak izliyordu. Bir tanesi öne çıkıp sordu: “Bu da nedir?”. Bolly, birkaç saniye düşündü, sonra kendinden son derece emin, “Cevher!” dedi. Ona ‘Cevher’ ismini verdi.

‘Cevher’le yeniden doğmuş gibi hisseden Bolly, rutinini bile yeniden keşfediyordu. Adımlarını bile bir başka atıyor, bıyıklarını yepyeni biri gibi oynatıyordu. Günlük işlerini yapmaya devam etti; ancak bu sefer öyle eskisi gibi sıkılmıyordu. Gündüz düşlerini artık vücudunda taşıyordu. ‘Cevher’, biraz ağırdı. Kolunun altından sıkıştırdığı için dört ayağının üstünde koşmasını da zorlaştırıyordu. Yine de onu hiç çıkarmadı, o artık kendine ait bir parçaydı. Diğer farelerin farksızlığını ise küçük görmüyordu, sadece kendi farkının tadını çıkarıyordu. Minicik kollarıyla ona sarılıyor, sık sık parlak yüzeyini okşuyordu. Parmaklarına metal kokusu siniyor, onu da uzun uzun koklayıp keşfediyordu. Elleri bile bir başka kokuyordu artık, o tamamen başka bir Bolly olmuştu. Sık sık kendine, “Şimdi yeni Bolly ne yapacak?” diye soruyor, her adımını yeni benliğini biraz daha tanıyarak atıyordu. Günlük sorumluluklarını tamamladığı sürece diğer fareler de bu tutkusuna ses etmediler. Biraz zaman geçtikçe ‘Cevher’ artık “yeni” olmaktan çıkmış, farelerin ilgisini çekmez olmuştu. Bolly’nin hevesiyse hiç azalmadı. ‘Cevher’in ağırlığı altında ezilse de, işleri için fazladan güç harcasa da, her adımını uçarak attığını hissediyordu. Artık yerin dibindeki bir lağımda değil, bulutların üzerindeydi.

———————

O böylesine mutluyken zaman yerinde durmamış, hayat lağımdaki sular gibi ağır ağır ama hiç durmadan ilerlemeye devam etmişti. Birbiri ardına eklenen günlerin birinde ‘Cevher’in kararmaya başladığını fark etti. Yüzeyinde yer yer minik lekeler oluşmuş, parlaklığı azalmıştı. Epey canı sıkıldı bu duruma. Minik kalbini sıkıştıran o ağırlık, varlığını unuttuğu kıymığa bastırmaya başladı. Zonk zonk atıyordu kafası. Ne yapıp edip ‘Cevher’ini kurtarması, eski haline getirmesi gerekiyordu. Telaştan ne yapacağını bilmez halde bir ona sordu bir buna. Sonunda yaşlıca bir fare bir fikir attı ortaya. İnsanların metalleri parlatmak için kullandığı bir sıvı olduğunu duymuştu. ‘Cevher’in geldiği yerde de mutlaka olmalıydı. Aynı borudan tırmanıp ‘Cevher’in geldiği yeri bulursa, sıvıya da ulaşıp onu kurtarabilirdi. Bolly ikna oldu, zaten başka çaresi de yoktu.

Tıkır tıkır tıkır. Tüneldeki o kalın boruyu hemencecik buldu, bir an düşünmeden içine girip tırmanmaya başladı. Metrelerce süren yolculuğun ardından tünelin ucuna ulaştı. Tam üstünde metal, delikli bir kapak vardı; ama o da kapakları açma konusunda son derece tecrübeliydi. Kapağı yokladı, sağ noktasındaki zayıf yanını buldu ve tüm gücünü kullanarak başıyla itti. Kulak tırmalayan ince bir sesle yana kayıverdi minik kapak. Kendini birden gösterişli, kocaman bir banyonun lavabosunda buldu Bolly. Hızlı olması gerekiyordu, kara gözleri odayı taramaya başladı. Tam yanında duran cam kabın içinde yoğun, sedefli bir sıvı olduğunu fark etti. Tanıdık bir sıvı. Kara gözleri insanların bunu ellerindeki kirden kurtulmak için kullandığını daha önce defalarca izlemişti. Tek yapması gereken, ‘Cevher’e sürüp ovalamaktı, sonra eskisi gibi parlak olacaktı. ‘Cevher’i önünde bıraktı ve kabın üstüne tırmanmaya başladı. Planı basitti, o kabın pompasının üstünde zıplayacak, sıvı da tam cevherin üstüne damlayacaktı. Hop, bir kere zıpladı. Yeterince ağır değildi. Tam bir kez daha deneyecekken kapının önündeki ayak seslerini duydu. Hemen koşup yere atladı, bulduğu bir sepetin arkasına saklandı.

On tane kırmızı tırnak ve bir çift ince beyaz bilek gözlerinin önünden geçti, tam lavabonun önünde durdu. Bolly’nin kalbi yerinden çıkacak gibi, bembeyaz yüzüyse alev alevdi. “Aa aaa!” Şaşkın ses, belli ki açık kapağa ve sabunluğun yanında duran küvet tıpasının metal halka sapına bakıyordu. Günler önce kaybolan halka işte yeniden karşısındaydı. Kırmızı tırnaklar önce kapağı yerine oturttu, ardından da halkayı aldı, tıpanın ucuna taktı. Belli ki keyiflenmişti. Banyoda duran gramofona en üstte duran plağı taktı. Tıpayı alıp küveti tıkadı, içine biraz köpük boşalttı, dolması için suyu açtı. Bornozunu almak için olacak, banyodan çıktı.

Kadının odadaki boşluğunun yerini Louis Armstrong’un plaktan gelen keyifli sesi doldurdu.

Çok az zamanı vardı, Bolly küvete doğru koşmaya başladı. Gözü ‘Cevher’deydi, hiç düşünmeden kendini hızla yükselen köpüklü suya bıraktı. ‘Cevher’i yakaladı; ama köpük gözlerini yakıyordu. Yerinden sökmek için çekti, çekti, gücü yetmedi.

…The colors of the rainbow so pretty in the sky/ are also on the faces of people going by…

Bu sefer halkayı döndürmeye başladı. Tüm gücüyle köpüklü suyla savaşıyor, bir yandan da döndürebildiği kadar döndürüp yerinden çıkarmaya çalışıyordu.

…I see friends shaking hands saying how do you do/ they’re really saying I love you…

Gözlerini açamaz oldu. Nefesi azaldıkça ciğerleri yanıyor, patlayacak gibi kalbini sıkıştırıyordu. Ağlayabilse ağlayacaktı. İnatçı ‘Cevher’ yerinden oynamadı.

…I hear babies crying, I watch them grow/ they’ll learn much more than I’ll never know…

Sıcak su tüm vücudunu yakmaya başladı, burun deliklerinden içeri doldu. Ciğerlerine, kalbine, midesine, her noktasına yavaş yavaş akıyordu. ‘Cevher’i sıkı sıkı tutan minik parmakları gevşemeye başladı. Bedeninin ağırlığını artık kendisi taşımıyordu. Sımsıkı kapalı göz kapakları yavaş yavaş gevşedi; ama hiç açılmadı. Ağır ağır suyun yüzeyine yükseldi. Kolları bacakları iki yana açık, yüzeyde dönmeye başladı. Acı gitti, kıymık gitti, Bolly gitti. ‘Cevher’ suyun dibinde parlıyordu.

…and I think to myself what a wonderful world/ yes, I think to myself what a wonderful world…

Buhar dolu odaya giren kırmızı tırnakların çığlıkları Louis’in sesine karıştı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar