POLİTİKA 

KAN KARDEŞLİĞİ

Herkesten yeteneğine göre… Herkese gereksinimlerine göre…” – K. Marx / F. Engels

Bir şeylerin ya da daha keskin bir ifadeyle söyleyecek olursak, bazı kuramların hayat içinde kabul görmesi onun sınanmasıyla, yani yaşamdaki pratiğiyle yakından ilgilidir.

Aslında ilk olarak ilkel topluluklar arasında komünal yaşam olarak var olan bu kuramlardan birisi, Avrupa’da Sanayi Devrimi sonrası ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Kuramsallaşmaya başladığı o günden bugüne, haksız imtiyazlarını kaybedeceğini anlayan burjuvaziyi çok korkutmuş, onlar da bu korkularını asılsız bin bir dedikoduyla süsleyerek bir “öcü” yaratmışlar, tüm dünyanın beynine enjekte etmişlerdi. Marx’ın deyimiyle “Avrupa’ya bir heyula korku salıyor”, papasından çarına, burjuvasından onun emrindeki kolluk kuvvetlerine “tekmil güç odakları, bu heyulayı dualar ve tütsülerle kovmak için kutsal bir bağlaşmada el ele vermiş bulunuyorlardı”.

Toplumsal olarak durum özce böyleydi; fakat bireysel düzeyde de her türlü fiziki baskıya ve şiddete maruz kalınıyordu. O dönemde Avrupa’da olanların bir yansımasını yakın geçmişe kadar (hatta bugün bile) biz de yaşadık, yaşıyoruz. Bu işe gönül veren militanından önderine kadar neferler kaçırılıp –aslında faili belli olarak– kaybediliyor, zindanlarda en ağır işkencelerden geçirilip yüksek katlı binaların pencerelerinden atılıyor, kafasına kurşun sıkılarak öldürülüyor, katlediliyordu.

Avcılar’da ‘Kebapçı Celal’ adıyla mütevazı dükkânında otuz yıldır kebapçılık yapan bir esnaf vardı. Bu soygun düzeni içinde pahalılıktan bunalan öğrencilere, emekçilere bedava ya da ederinin yarısından daha az fiyata dürüm veriyordu. Bazı yayın organı ve televizyonlarda haber dahi olmuştu. Yoksa yoksulların karnını doyurmak suretiyle halkı isyana mı teşvik ediyordu? Öyleyse suçu büyüktü, cezasız kalmamalıydı. Nihayetinde o da bir “öcü” durumuna gelmişti. Daha önceleri de korku duyduklarına karşı defalarca yaptıkları gibi, gecenin bir vaktinde, sabah ilk ışıklarına ermek üzereyken, ellerinde otomatik silahları ve bir düzine kadar araçla sessizce geldiler. Kebapçı Celal’i aldılar, sorgulayıp gözdağı vermekle yetindiler. “Sen de mi o ütopyaya inanıyorsun?”, “Pahalılığı, açlığı, yoksulluğu protesto edip bedava dürüm dağıtmayı bahane ederek Ütopya Partisi’ne (Ü.P.) taraftar mı topluyorsun?” diye sordular babam sordular.

Thomas More, “hiçbir yer olmayan yer” anlamına gelen ‘Ütopya’ adlı eserinde bir adadaki düşsel cumhuriyeti anlatır. Bu adada özel mülkiyet yoktur, dolayısıyla sınıflar da ortadan kalkmıştır. Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım ücretsizdir. Para yoktur, çarşıdan herkes ihtiyacı kadar eşya ve yiyecek alır. Hayat son derece demokratik ve eşitlik ortamında akıp gider.

Marx, kuramını oluştururken aynen baş aşağı duran Hegel diyalektiğini ayakları üzerine kaldırıp Diyalektik Materyalizm’i yarattığında olduğu gibi Thomas More’u okumuş, ondan etkilenip “olmayan yeri” Manifesto’da anlattığı şekliyle somut bir toplum biçimi haline getirmiş midir? Kuşkusuz More’u okumuştur. Okumamış olsa bile büyük bir toplum bilimci/filozof olarak, insanlığın ağaçlardan inip de sosyalleşmeye başladığı andan itibaren sosyal ilişkilerin temelinde komünal geleneklerin olduğunu, sınıfların ve özel mülkiyetin olmadığını, üretimin ve tüketimin ortaklaşa yapıldığını, her şeyin “kan kardeşliği” temelinde ilerlediğini çok iyi biliyordu.

Geçenlerde ‘Sen Ben Lenin’ adlı filmi izledim. Eğlenceli buldum, izlememiş olanlara öneririm. Filmde kaybolan bir Lenin heykelinin bulunma çalışması anlatılıyor. Salih Kalyon (Şinasi) polis sorgusunda öyle bir gururla “Ben komünistim” diyor ki filmin en beğendiğim yeriydi.

Kebapçı Celal, kendine “ülkücü” diyordu. Bu baskı ve sindirme girişimi kimin halktan, yoksuldan, ezilenden yana olduğunu anlamasını sağlamıştı. Filmde Salih Kalyon’un söylediğine benzer şekilde, “Bundan sonra ben de bir komünistim” deme noktasına gelmişti.

Yine ev ödevi vereceğimi sanarak paniklemiş gibisiniz, rahat olun bu kez ev ödevi yok. Yalnızca, isteyen K. Marx ve F. Engels’in birlikte kaleme aldığı ‘Komünist Manifesto’yu okuyup konuyla ilgili bildiklerini daha ileriye taşıyabilir.

Komünizmin hiç de korkulacak bir şey olmadığını Marx ve Engels şöyle ifade ediyor:

Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son vermek değil, burjuva mülkiyetine son vermektir. Komünizm, toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun kılmaz; böylesi bir mülk edinme yoluyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun kılar, o kadar.

Not: Fotoğraflar; Marx’ın doğduğu evden, sevgili yoldaşım Seyfi Budak tarafından çekilmiştir. Benimle ve sizlerle paylaşmış olmasından dolayı çok teşekkür ederim.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar