KAHİRE-KOSOVA-ARNAVUTLUK-KUZEY MAKEDONYA HATTI – 2

-İSTANBUL-
Priştine’nin küçük ve oldukça şirin bir başkent olduğunu söylemiştim. Altıgen şeklinde yapılmış saat kulesi, Aziz Nikola Ortodoks Kilisesi, 1461 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Camii, Osmanlı’nın savaş meydanında ölen tek padişahı I. Murat’ın mimarisi günümüze kadar korunmuş olan türbesi, yüksek rakımda kurulmuş bol oksijenli Germia Parkı görülmesi gereken yerler.
Priştine; tarihsel olarak iki olaya ev sahipliği yapmış olmasıyla önem kazanıyor. Birincisi; Türkiye Devrimci Hareketi’nin önder komünistlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın doğduğu kent olması, ikincisi ise Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) simge komutanlarından Âdem Yaşari’nin yanındaki 53 kişiyle birlikte katledildiği köyün Priştine’de olması.
Prekaz Köyü, adından da anlaşılacağı üzere bir dönem Galatasaray’da futbol oynamış Cevad Prekazi’nin köyüdür. Âdem Yaşari’nin etrafı kuşatılıp yanındakilerle birlikte öldürülürken kullanılan tanklar, evlerdeki bombalamanın bıraktığı izler, kurşun delikleri, şarapnel parçaları olduğu gibi korunarak adeta açık hava müzesine dönüştürülmüş. Priştine yakınlarındaki bu köy beni çok etkiledi, burayı da ziyaret etmenizi öneririm.
Priştine ile Arnavutluk arasında kalan Prizren; Kosova’nın kültür başkenti olarak biliniyor. Bistriça Nehri, şehri ortadan ikiye bölmüş. Şehirde Maraş Mahallesi’nin olması ve nehrin kenarına kurulmuş Marashi Cafe’nin varlığı benim için hoş bir sürpriz oldu. Şehrin en üst noktasına kurulmuş kalesi, en fazla iki katlı yapıları ve mimarisiyle Prizren, görülmeye değer güzel bir kent.
Prizren Belediyesi’nin girişindeki tabelada yer alan “Burada geçerli resmi diller Arnavutça, Sırpça ve Türkçedir” yazısı ve Kosova’nın genelinde tanık olduğum çok kültürlülüğün ve azınlık haklarının korunmuş olması; yıllardır Kürt kültürüne ve diline uygulanan baskı, siyasetçilerin hapishanelerde yıllardır tutsak edildiği ve belediyelerin zor kullanılarak kayyuma devredildiği ülkemizin aksine demokratik yaşamın bizimle kıyaslanamayacak kadar ileride olduğunun göstergesiydi.
Kosova geniş ve düzgün bir otoban ile Arnavutluk’a bağlanıyor. Eğer Kosova plakalı bir araçla sınırı geçiyorsanız hiçbir kontrole tabi olmuyorsunuz. Bunun olumsuz tarafı, Arnavutluk’a giriş mührünün pasaportunuzda yer almaması oluyor.
Adriyatik Denizi’ne kıyısı olan yoldaş Enver Hoca’nın ülkesine girerken Apo’ya sordum: “Her iki ülkenin de Adriyatik Denizi’ne kıyısı varken Karadağ’ın Arnavutluk’a göre daha revaçta olması nasıl açıklanabilir?”
Aldığım cevaba göre bizim revizyonist diye kötülediğimiz Yugoslavya’nın eski devlet başkanı yoldaş Tito, Yugoslavya halklarının refah, bolluk ve barış içinde yaşaması için planlı programlı geleceği düşünerek hareket etmiş, halkların sevgisini kazanmış; Enver Hoca ise yalnızlığın verdiği refleksle içe kapanıp savunmaya ağırlık vermiş.
Arnavutluk’ta otelimize yerleştikten sonra küçük ama taze balıkları ve özgün mezeleriyle ünlü lokantaya gidip rakı eşliğinde yemeğimizi yerken maç izledik.
O gün Türkiye liginin son maçları oynanıyordu. Şampiyonluğu kaybetme olasılığı çok düşük olan Galatasaray şampiyon oldu. Yemek sonrası şehri dolaşırken ellerinde sarı kırmızılı bayraklarla evlerine giden gruplar halinde insanlar gördüm. Tiran’da ne çok Galatasaraylı varmış diye düşünerek ilk gruba zafer işareti yaptım; lakin suratlarındaki mutsuz ifadeyi anlamlandıramadım. Bayraklı diğer grup yanımızdan geçerken yumruk havaya yaptım, yine tepki yok. Aynı hareketi bir başka gruba “En büyük Cim Bom” diye bağırarak yapınca geçmek üzere olan gruptan birkaç kişi bana dönüp küfredercesine baktılar. Sonradan öğrendik ki onlar da renkleri dışında Galatasaray ile hiçbir ortak yanları olmayan Tiran’ın futbol kulüplerinden birinin taraftarlarıymış. Kendi sahalarında oynadıkları şampiyonluk maçına çıkmış ve son maçta yenilerek şampiyonluğu kaybetmişler.
Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp; geniş caddeleri, meydandaki yüzlerce devasa heykelleri ve şık kafeteryalarıyla beğendiğim şehirlerden birisi oldu. Bu şehri de Vardar Nehri ortadan ikiye bölüyor. Vardar Köprüsü’nün, Müslümanların ve Türklerin yaşadığı diğer tarafında şimdiye kadar yediğim en güzel köfteyi yapan ve çok ucuz fiyatlarla bol kepçe servis sunan Köfteci Destan’a uğramadan kesinlikle geri dönmeyin. Ve yine aynı yakada acıbadem tatlısını yemenizi de mutlaka öneririm.
Gelelim Kahire’ye…
Piramitlerin, inançları gereği firavunların ölüm sonrası yaşamlarına hazırlık için inşa edildiği söylenir. Anıtsal nitelikte ve en büyük üç piramit Gize’de bulunur. Gize, Kahire merkeze bağlı olsa da Kahire’ye 20 kilometre uzaklıktadır. Piramitlerin Gize’de olması ve otel ücretlerinin daha ucuz olması bazı turistleri Gize’de otel tutmaya itiyor. Ne var ki Gize ve virane görünümlü köhne yapılardan oluşan otelleri ıssız ve pek de tekin olmayan sokaklara kurulmuş. Kahire’yi gezmek için en az üç gün ayıracağınızı varsayarsak 6 kez taksi ile gidiş-geliş yapacağınız için astarı yüzünden pahalıya mal ocaktır. Siz beni dinleyin, gittiğiniz zaman Kahire’de konaklayın.
Yazımdaki bazı fotoğraflarda da görüleceği gibi Kahire şehir merkezinde ilginç görünümlü binalar bizdekileri aratmayacak gibi duruyor. Genel olarak binaların çok kirli ve binalarda neredeyse bir yaşam belirtisi yokmuş gibi görünmesine bir anlam veremedim. İnsan ve araç çokluğu, kesilmek bilmeyen korna sesleri, duran trafikte bile karşıdan karşıya geçerken her an bir aracın altında kalma olasılığı ile Kahire’ye tam bir kaosun hâkim olduğunu söyleyebiliriz.
Giderseniz Nil Nehri kıyısında faytonla tur atmayı ihmal etmeyin. Nil Nehri üzerinde bir adacığa kurulu 187 metre yükseklikteki Kahire Kulesi’ne çıkıp çay, kahve içip ya da yemeğinizi yerken Kahire şehir alanının şahane görüntüsünü izlemek de yapacaklarınız arasında olsun.
Bana çok özgün gelen, tarihi dokusunu bir parça da olsa koruyabilmiş Ölüler Şehri’ne gittik Ali ile. Mezarlar korunmuş ama çevresi duvarlarla çevrilmiş insanların yaşam alanlarına dönüştürülmüş bu tarihi mezarlıkta ve Kahire’nin genelinde fotoğraf çekilecek çok sayıda içerik mevcut. Ölüler Şehri’ni gezerken gerçekten hayalet gibi dolaşan insanların fotoğraflarını da çektim; fakat en ilginç olanı, sokak ortasında yarı çıplak, bir deri bir kemik kalmış iki erkekten birinin diğerini tıraş ederken çektiğim fotoğraftı. Maalesef fotoğrafın ömrü uzun olmadı. Fotoğrafı çektiğimi gören adamlar bir anda el kol hareketleriyle ve yanlarındaki sopalarla üzerimize yürüdüler. Ben de karşı hamle olarak ellerimi teslim olmuş gibi havaya doğru kaldırarak onların üzerine gittim. Telefonumdaki fotoğraflarını gözleri önünde silerek temiz bir dayaktan kurtulmuş olduk.
Kahire; kaosuyla, Selahaddin Citadel’i, tarihi yapıları, Ölüler Şehri, çölde yapılan deve turu ve piramitleriyle görmeyenlerin mutlaka gidip görmesini önereceğim otantik bir şehir. Ben bir kez daha gider miyim, emin değilim. Ayrıca fotoğraf sanatçılarına ve özellikle Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği üyesi dostlarıma fotoğraf çekerken tedbirli olmaları kaydıyla toplu bir Mısır gezisi yapmalarını şiddetle tavsiye ediyorum.
Diyalektik Materyalizm kısa ve öz olarak şöyle der: Rüzgârın sesinde dile gelip toprağa dönen taş, belki yüz bin yılda toprak olur.
Tamam, doğanın işleyiş kanunlarını bu şekilde açıklayabiliriz ama piramitlerin yapılışını nasıl açıklarız? Bu konuda birçok teori var; lakin hiçbiri nasıl yapıldığını izah edemiyor. En iyisi siz bir gidip görün, benim göremediğimi görür, piramitlerin yapılışı hususunda belki bir teori de siz geliştirirsiniz.
Ne dersiniz, benden seyyah olup gördüğü yerleri yazan bir gezi yazarı olur mu?