YAŞAM 

KAHİRE-KOSOVA-ARNAVUTLUK-KUZEY MAKEDONYA HATTI – 1

Oğlum Ali’yi az çok tanıyorsunuz. Kendisi yazılarımın beşinci derecede konu mankeni olur, yani arada bir ondan bahsederim.

Kaldığımız sürece çalışanlarından ve servislerinden çok memnun kaldığımız sıradan bir otele rezervasyon yaptırarak kapıda 25 dolar karşılığında vize veren MısırKahire gezisine geçtiğimiz ramazan ayında beraber çıktık. Gezi öncesi olası kazıklanmalardan korunmak için bol bol öneriler dinlemiştik. Çok dikkatli hareket edecektik. Uzun uzun anlatmayayım, çok iyi pazarlık yapmamıza rağmen ilk kazığı bizi havaalanından otele götüren taksiciden yedik.

Birkaç ay sonrasına vize istemeyen Kosova seyahati için Ali ve bana ucuz uçak bileti almıştım. 5 gün kalacaktık. Seyahatimiz yaklaştıkça Ali mızmızlanıp “Baba, 5 gün ben Kosova’da ne yapacağım? Sıkılırım.” demeye başladı. Şans yüzüme güldü. İptal etme hakkım olmayan bileti uçuş saati değiştiği için iptal hakkım doğmuştu. Böylece Ali’nin biletini iptal ettim.

* * *

Bir cuma sabahı Priştine Havaalanı’na indim. Fark ettiğiniz gibi seyahatlerim mübarek zamanlara denk geliyor. İnişe geçerken benim de biraz çekinerek gittiğim bu güzel ve küçük ülkeye hemen içim ısındı. “Aliço, bu seyahate çıkmaya dudak büktüğün için pişman olacaksın” diye düşündüm. Bu düşüncemi de Mısır’da bizi otelimize götüren her yeri kırık dökük arabanın aksine lüks makam arabası ile beni karşılamaya gelen Apo’ya anında aktardım.

Daha önceden Kosova’ya geleceğimden haberdar olan Apo, Kosova’ya gitmeme bir hafta kala beni aradı, “Lan oğlum, senin yüzünden Hale’den fırça yedim. ‘Söyle Cuma’ya, otel rezervasyonunu iptal etsin, bizde kalacak. Sen de tüm Balkanları gezdireceksin’ talimatını verdi” dedi ve ekledi: “Otel rezervasyonunu iptal et.

İlk olarak yakınlardaki bir otele kahve içmeye gittik. Orada genç bir arkadaşıyla karşılaştık. Masamıza geldi. İsmail; iktidardaki sosyalist başbakanın danışmanlarından biriymiş. 24 yıldır Arnavutluk ve Kosova’da finans sektöründe üst düzey yöneticilik yapan Apo; daha sonraları başka dostlarıyla tanışmalarımdan anladım ki burada bürokraside, iş dünyası içinde ve sosyal çevresinde çok sevilen, etkili ve güzel dostluklara sahip, Çukurova Üniversitesi’nde birlikte okuduğumuz iyi yürekli bir arkadaşımız.

Planda olmayan bir toplantıya katılmak zorunda olan Apo, başkanlığını yaptığı ticaret odasının müdürü Meriton’a beni emanet edip birkaç saat sonra buluşmak üzere gitti. Tanışma faslından sonra Meriton içinde oldukça leziz Boşnak böreği ve nefis peynir çeşitleri olan kahvaltı tabağı getirtti. Çay eşliğinde tabağı sildim süpürdüm. Karnım doyup çay gereksinimim karşılanınca UÇK’yı (Kosova Kurtuluş Ordusu), UÇK’nın politik perspektifini, gerilla savaşını, özcesi Kosova ulusal kurtuluş mücadelesine dair tüm sorularımı sordum. Meriton duru Türkçesiyle uzun uzun anlattı.

Saatler geçti, öğlen vakti olmuştu. Meriton tüm iyi niyetiyle, “Uzun yoldan geldin, seferisin, gidip cuma namazı kılalım” dedi. “Yok, ben gelmeyeyim” dediysem de çok ısrar etti. Sonunda “Bak, Meriton, her ne kadar mübarek bir isme sahip olsam da insan olarak kendimi mübarek olarak tanımlayabilirim ama dini anlamda hiç de mübarek biri değilim, birlikte gideriz, sen namazını kılarsın, ben dışarda beklerim” dedim.

Priştine şehir merkezini boydan boya yürüyerek gittiğimiz caminin oldukça şık bir kafeteryası ve interneti vardı. Ben internete bağlanarak sosyalleştim, Meriton inancının gereğini yerine getirdi. Meriton modern ve laik düşüncelere sahip Kosovalı Müslüman bir Arnavut. Israrcılığı zorlama amaçlı değildi. Muhtemelen Türkiye’de yaşadığı dönemde çevresinde gördüklerinden dolayı Türkiyeli herkesin dindar olabileceğini düşünüyordu.

* * *

Kahire’de birçok bölgeyi uzun yürüyüşlerle gezdik. Özellikle pazaryerlerinde; biraz bizim Mahmutpaşa’yı biraz da Mısır çarşısını andıran ve sıra sıra dükkânların olduğu kenar semt çarşılarında onlarca metre uzunluğunda kolektif olarak hazırlanmış iftar sofraları gördük. O esnada biz elimizde yiyeceklerle fink atıyorduk. Başka bir zamanda ve mekânda oruç vakti yemeğimizi yiyip çayımızı, kahvemizi içiyorduk ve kimse de dönüp ters ters bakmıyor, etrafındakileri “Bakın, kâfirler oruç tutmuyor” diye linçe çağırmıyorlardı. Bir de bizim ülkemizle kıyaslayın: Her ramazan ayında herhangi bir kentimizde oruç vakti yemek yiyen insanların yobaz güruhlar tarafından linçe maruz kaldığı haberlerini duyarız.

Ramazan ayında kimsenin size karışmamasından ve ucuz olmasından dolayı MISR gezisine çıkabilirsiniz ama siz yine de dikkatli olun, uluorta yiyip içmeyin.

Canım okurlarım, “Bu nasıl bir gezi yazısı? Bize gezip gördüğün yerleri anlatmadın” tarzında sitemlerinizi duyar gibiyim. Sabredin, anlatacağım. Üçüncü, dördüncüleri de oldu ama şu ikinci kazıklanmayı anlatayım, sonra bir ara verip beklediğiniz bölümü ikinci kısımda yazayım.

Önünde Nil Nehri’nin geçtiği, etrafı lüks otellerle çevrili meydana çıktığımızda Ali ile Tahrir Meydanı’na nasıl gideriz acaba diye konuşuyorduk. Tahrir sözcüğünü duyan takım elbiseli, kravatlı adam yanımıza geldi, kendini tanıttı, ben doktorum deyince Ali de çiçeği burnunda bir tıp fakültesi öğrencisi olduğundan hemen bizim cıcığımız gevşedi.

Adam Tahrir Meydanı’nı biliyormuş, arka caddede bir dükkânı varmış. Eğer oruç değilsek ki kendisi oruçluymuş, bize birer çay ısmarlayıp Tahrir’e gidiş yolunu tarif edebilirmiş. Papirüsler, küçük heykelcikler, romatizmaya iyi gelen esanslar, envaiçeşit hediyelik eşya dolu dükkâna girdiğimizde çaylarımızı yudumlamaya başlamadan satış da başladı. Tıp doktoru olmadığını konuşmalarından anladığımız adam, kendi deyimiyle yetiştirdiği bitkilerin doktoruymuş. Anasını boyayıp babasına satacak kadar gözü kara bir pazarlamacı olan adam şu da, bu da, o da derken bir sürü eşya ve kabarık bir hesap koydu önümüze. Tabii ki hepsini almadık ama satın almayı planlamadığımız dört-beş parça ürünü birazcık da indirim yaptırarak aldık ve bu kravatlı cevval pazarlamacıdan yakamızı kurtarabildik. Tahrir Meydanı’na doğru yola çıktık ama maalesef meydana bir türlü ulaşamadık. Doktorluğu gibi yol tarifi de yalan çıkmıştı.

İlk bölümü bitiriyorum, sadece az-biraz daha sabredin.

* * *

Mısır’a neden “Mısır” ya da “Egypt” dendiğini merak ederdim. Acaba her iki kelime de anlamca birbirine eş miydi? Ya da “Mısır” bizim bildiğimiz anlamda tarlalarda yetişen mısır anlamına mı geliyordu? Kahire caddelerinde dolaşırken resmi dairelerin ve bankaların tabelalarında “MISR” ile başlayan devlet adını görünce hepsinin birbirinden bağımsız sözcükler olduğunu anladım. Egypt; eski şehir devletlerinin bu bölge için kullandığı bir kelimeden türeyen, Mısırlıların o zamanki kendilerine hitap şekli. MISR ise Arapçada “ülke” anlamına geliyormuş.

Hadi yine iyiyiz; hep birlikte bilgi dağarcığımızı genişlettik.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar