FELSEFE 

İNSANIN DOĞASI ÜSTÜNDEN YAŞAMA SANATI ÜZERİNE BİRKAÇ SATIR

Büyük hazlar güzel eserlerin temaşasından doğarlar.” – Demokritos

Yaşamı sanat eseri gibi görenlere ve hayata sıkı sıkı tutunanlar ile umudunu yitirmeyen herkese gelmesi” dileğiyle…

Kimi zaman insan kendi içine dönmeye cesaret edemez. Bazen kendi gerçeği en büyük korkusu olur insanın. İşte, o zaman hayat karşınıza en “denksiz haliyle” dikilir. Gücünüzün tükendiği ve yaşamın zorluğunun bu güç erimesi karşısındaki aciz, cılız ve korkak hali sizi en katranlı umutsuzluğun ta orta yerine atar! Tam da bu noktada hayatı tek bir sözcük ile tarif etmek zorunda kalsanız size göre bu ne olmalı? Umudun bittiği yer mi, yoksa yeni bir başlangıç mı? Yaşam, maraton uzunluğunda hızlı bir koşudur, yavaş gibi ama aceleci, sakin ama telaşlı, yoğun ama yorgun, engin ama dinlenceli. Biz alışığız dipsiz döngülere, kısır çözümlere ve kaybetmeye. Kaybetmek, içinde en büyük tecrübelerin olduğu zarar hanemizdir. Kaybetmenin haznesi büyüktür, oradan her türlü bela, zarar, mağlubiyet üvey kardeşler gibi kol kola girerler. Adeta dipsiz bir döngü gibidir, savrula savrula hercümerç ederek sizi kendi çokluğunda azaltmaya meylederek zaman denen mezarlığa törensiz gömmek istemektedir. Bu kaostan çıkmak için acele etmelisiniz, siz çıkış yolunuzu bulma tercihinizle uğraşırken ya da bu tercihinizi bir dikme gibi yerin en derinine sabitlemek için çabalamaya çalışırken hayat çoktan yeni bir plan yapmaya başlamıştır bile.

AYAĞA KALK!

İnsan kendi hikâyesinin dışına çıkabilir mi? Bence çıkamaz! Durun hele, hemen de yanlış anlamayın, kader ya da alınyazısı üstünden yavanlaştırmayacağım meseleyi. Dedim ya, “hayattan” söz ediyoruz. Bu bile tek başına kıymetli bir şey. Öyle basit ve keskin ifadelerle betimleme aczine girmeyeceğim. Her insanın kendi arkasından koşan bir hikâyesi vardır. Hatta ölümünden sonra bile “yâd edilen” bir hikâye. Hikâyenin anlatıcısı, aktarıcısı ve tarihsel süreci vardır. Zürri bağlar ile örüntülediği ve kendi kuşağının angısı ile devam eden bağları.

Büyük ozan Yaşar Kemal ne güzel demişti: “İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar ancak.

Evren bir büyük defterdir. Herkes o deftere her an kendi hikâyesini not düşer. Bu hikâyeyi gören ve bu hikâyeden etkilenenler için o kişi bir simgedir. Artık anonim hale gelmiş ve herkesçe bilinmektedir. Kim yoktur ki bu “simgesel kişilik” olmak için çaba göstermesin. Evrenden zerre yer kaplayan insanın bu biteviye çabası bazen hırsıyla, kiniyle ve açgözlülüğüyle başladığı yerdeki hedefinden uzaklaştırır. Çünkü insan maksadını aşan bir varlıktır. Maksadın aşımı sıradanlıktan uzaklaşıp ayaklarını omuzuna almak demektir. Kendini aşmak, üstüne çıkmak ve en fazlaya ulaşmak ve bu hazzı aşağıdakilerden alkış almak coşkunluğuna erdirmek en büyük hedefi olabilmektedir. İşte, bu yüzden “sınırında durmayı” pek beceremez insanoğlu. Hırs, mevki ve makam isteği insanda en küçük bir umutsuzlukta bile ayağa kaldırır.

EY İNSANOĞLU; ÖLÜMLÜSÜN, UNUTMA!

İnsanın yok olacağını bilmesi var olmasında derin uçurumlar açar. Varlık bilinci zıddın bir yaratımıdır. Yani yok oluşla tam olur. Ontolojik bir olgudur. Varlıkbilimsel konular “tin”in gelişim sürecinde “benlik” aramaya başladığı süredeki kat ettiği mesafedir. Yani “hakikat” olgusu üstünden kendisi inşası ve ifadesidir. Çünkü hakikat arayışı yolculukların en uzunudur. Süre bitimsizdir. Nerede biteceği belli değildir. Çıkış zamanını unuttuğunuz ve nereye varabileceğinizi hiçbir zaman kestiremeyeceğiniz bir iç savaştır. Yeneni belli olmayan, mağlubu daha ilk kıvılcımın “us”a düştüğü anda çaresiz diz çökmüş olan o zavallıda, yani “sen”de olandır.

Kişi, kendi benliğinden çıkarımlar yaparak hayat, benlik duygusu, evren ve diğer tüm olgular üzerine yorum yapabilir. İnsanın büyüklüğü yarattığı bedensel boyutta değil, iç dünyasında oluşturduğu anlam büyüklüğüdür.

Sartre, bir denemesinde şu ifadesiyle ne de güzel anlatmış: “İnsan kendi katkısı olmayan bir başarının sorumluluğunu üstlenebilecek bir varlık değildir.

Işıl ışıl bir güneş, dağların ardından yaşadığınız coğrafyanın üstüne bir umut gibi açarken siz umudunuz tükenmiş bir şekilde hayatın nasırlarını kederlerinizden kazımaya çabalamakta ve her seferinde bu girişiminizden başarısızlıkla çıkmaktasınız. Acı üstünüze örttüğünüz bir kabuk gibi her kımıldayışınızda canınızı daha da fazla acıtmakta, belki tüm bunlara rağmen Nâzım’ın bir şiirinden esinlenerek yine de ne olursa olsun “yaşamak güzel şey, ümitli şey, dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey” diyeyim.

Son tahlilde, insan niteliksel olarak kültürel birikimden ibaret bir damar ve iskelet sistemi bütünüdür. Fiziksel ve biyolojik yaşam için damar ve kan dolaşımına ihtiyaç duyarken, kabul edilmek, saygı duyulmak ve anlaşılmak için de kendi varoluşsal modeline ihtiyacı vardır.

Ümidin ışığı üzerinizden hiç eksik olmaması temennisiyle…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar