EDEBİYAT FELSEFE 

FRANZ KAFKA’DA YABANCILAŞMA VE İNSAN ZAYIFLIĞININ EVRENSEL TRAJEDİSİ

Ben dokunamıyorum, yazdıklarım dokunsun.” – İlhan Berk

Franz Kafka, 20’nci yüzyılın ve modern Alman edebiyatının önde gelen yazarlarındandır. Yaşamı boyunca pek tanınmayan Kafka, yakın arkadaşı Max Brod’a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesini rica etmişti. Oysa Max Brod, Kafka’nın Viyana’da ölümünün ardından bu büyüklükteki tefrikaları yakamayacağına karar verir. Elindeki bütün eserleri yayınlamaya başladı. Neredeyse bütün büyük yazarların başına gelen, Kafka’nın da başına gelmiş, yazar ölümünden sonra da olsa dünyaca tanınan büyük bir edebiyat ikonu haline gelmiştir.

Franz Kafka, 3 Temmuz 1883’te orta sınıf bir Yahudi ailesinin ilk çocuğu olarak Prag’da dünyaya geldi. Yaşamının büyük bir kısmını Avusturya İmparatorluğu’na bağlı Bohemya Krallığı’nda sürdürdü. Anadil olarak ilk etapta Almanca konuşan Kafka Ailesi, Çekçeyi de konuşabiliyordu. Ailenin en büyük çocuğu olan Kafka’nın iki erkek kardeşi –Georg ve Heinrich– küçük yaşta hayatlarını kaybettiler. Kız kardeşleri Elli, Valli ve Ottla ise Nazi Almanya’sının kamplarındaki ırkçı Yahudi soykırımında yaşamlarını yitirdiler.

Kafka, 1889’da Fleischmark’ta Deutsche Knabenschule’ye gitti. Çocukluğunda rol oynamış başlıca kişiler Fransız mürebbiye Bailly, kâhya kadın Marie Werner’dir. O sıralarda Prag’da genel olarak konuşulan dil Çekçe idi. Ufak yaşlarda da Bauer ile tanıştı. 1920’lerin başında tanıştığı Milena Jesenska, 20 yıl sonra 1944’te Alman toplama kampında hayatını kaybedecekti. Milena, Kafka üzerinde çok büyük etki yarattı. 1917’de Kafka verem olduğunu öğrendi. 1919 yılında geçirdiği ağır gripten dolayı hastaneye kaldırıldı. 1922’de emekli oldu, maddi durumu kötüydü ve sağlığı gittikçe bozuluyordu. Kafka, 1923 yılında yazmaya daha çok vakit ayırmak ve Prag şehrinin üzerinde yarattığı etkiyi azaltmak için Berlin’e taşındı, orada da Dora Diamant adlı Polonya asıllı tiyatro oyuncusu ile tanıştı. Ömrünün son 6 haftasını sanatoryumda geçirdi. 3 Haziran 1924’te, 41 yaşında yaşama veda etti. Dora, Kafka’nın ölümünden önceki son iki yılında hep yanında oldu ve ilerleyen verem hastalığı ile mücadele ettiği zamanlarda destekçisi olarak bilindi. Dora ayrıca yazarın son yapıtlarını saklayan kişi olarak bilinmektedir. Dora, Milena’dan şanslıydı, Nazi Almanya’sına direndi ve 1952’de Londra’da öldü.

KAFKA’DA YABANCILAŞMA

Yabancılaşma kavramının felsefi serüveni G. W. Hegel ile başladı. Kavram Hegel’le başlayan şaşırtıcı serüveninden önce Ortaçağ hekimleri ve papazları tarafından ‘cin çarpmış’, ‘artık insan değil’, ‘başka bir şey’, ‘delirmiş’ anlamında kullanıldı. [1]

Hegel, yabancılaşma kavramını ve bu kavramla ne kast ettiğini 1807 yılında yayınladığı “‘Tin’in Fenomenolojisi(*) adlı eserinde açıklamıştır. Görüngübilim, gerçeğe giden bilincin yoludur. Bilincin en yalın biçiminden, dolaysız duyusal bilinçten başlayarak saltık bilgiye dek zorunlu tinsel şekillenmeler sürecini sunmaktadır. [2] Hegel’e göre tin kendini bilmek ister ve arar. Bu aramak ve bilmek faaliyeti tinin kendini dışa vurmasıyla gerçekleşir. Tinin kendinden ayrılması ve başka bir şey olmasıdır. Bu süreç tinin kendi kendine yabancılaşmasıdır. Tin kendini bilerek ve tanıyarak bu yabancılaşmadan kurtulabilir. Yine aynı eserde, şöyle denilmektedir: “Öz bilinçli insan varoluşunun mührünü taşıyan her şey tinseldir, özgürlük kendi için kendisinin yerine getirdiği erek ve tinin biricik ereğidir. Yalnızca bu erek dünya tarihinin ona doğru çabalamış olduğu şeydir ve çağlar boyu yeryüzünün engin sunu tası üzerine bırakılan tüm adaklar ona sunulmuştur.[3]

Kafka, 20’nci yüzyıl sanayi sonrası Batı toplumunun açmazını ve içine düştüğü yalnızlık ve yabancılaşma sürecini kendi iç dünyasıyla benzer kılmıştır. Zamanın ruhunu ve bu atmosferin yarattığı iç dünyasındaki karamsarlığı bireyin mutsuzluğuna temerküz etmiş haline tanım ararken onu şöyle ifade etmiştir: “Bence istediğin zaman yalnız kalabilmek mutluluğun en önemli nedenlerinden biridir.

Diğer bir yazısında da “Daha çok mutluluk ararken mutluluğu kaybediyoruz” demiştir. Bireydeki daha fazlaya olan açlığın salt mutsuzluğa yol açtığını anlatmaktadır. Kafka, bireyin sömürü düzeninde kendinden yola çıkarak toplumu çok iyi gözlemlemiş, eserlerine konu etmiştir. “Dönüşüm”, bu gözlemlerin bir sonucudur aslında. “Dönüşüm”, başlı başına bireyin kendine ve yaşadığı topluma karşı bariz yabancılaşma duygusunun yarattığı sessizliğin iç karanlığındaki ses telleridir. Kendine anlattığı yalnızlığın herkesleşmiş halidir. İçimizde barındırdığımız ilkel hayvanın terbiye edilmiş halinin utanç giysilerine bürünerek sosyal statümüzde kendine yerleşke arama halidir. “Senin için masumiyet olan şey, benim için suç olabilir ya da tersi; sende hiçbir etki yaratmayan şey, benim mezarım olabilir.” Derin acıları daha da acizce ve zayıflığın aklını da kullanarak masumlaştıran Kafka, bir bakıma insandaki zayıflığın toplumda bir sınır çizgisiyle belirlenmiş ve kabul edilmiş olduğunu anlatmaya çabalar. [4]

Franz Kafka’da yabancılaşma izlek olarak önce “kendine yabancılaşma”, oradan da dışsal etki ile toplumsal ilişkilerdeki alt-aşağılanma ve hakir görme duygusunun da etkisiyle bir zayıflık belirteci olarak çerçevesinde insan merkezli sorunsalın dışavurumunda meydana çıkar. Franz Kafka’da bireyin yabancılaşması kendi iç dünyasında çok uzun süre barınamaz. Bu nedenle psikolojik boyuttan toplumsal boyuta doğru kendini daha hızlı bir şekilde hissettirir. Franz Kafka, eserlerinde büyük ölçüde semboller kullanarak insan sorununu merkeze alır. Odaklanılmış bir var olma çabası aşırı dayatmacı ve zorba düzenle sorun yaşayan insanları, nesneleşmenin verdiği “umutsuzluk bunalımında” anlam kargaşasına itiverir. Yitik birey tanımı Kafka için en verimli beslenme sahasıdır bir bakıma. Bu yönüyle de kendini tanımlarken ezici baskının yarattığı aşağılanma duygusu romanlarında bir ötekileşme simgesine dönmektedir. “Gregor Samsa”, bir böcek olarak gereksizliğin ve iğrençliğin bir ikonu haline gelir. Sırtüstü kalmanın verdiği devinimsizlik Kafka’da eylemi gerekli kılacaktır; ama kesinlik yoksa sonunda kararsızlıkla sona eren acı bir umutsuzluk olur bu eylem. “Eğer bir hedefiniz varsa; ama ona ulaşma yolunu göremiyorsanız, o yolun adı tereddüttür.

Kendine yabancılaşma, psikolojik anlamda mutsuzluk ve hayattan kopmaya varabilecek bir etkiye sahiptir. Bu etki kişiden başlayarak kişilerarası bir yolla topluma yansır. Aşağılanma, yalnızlık, çaresizlik, dışlanmışlık ve yabancılık Kafka’nın eserlerinde en şiddetli duygular olarak karşımıza çıkar. Bireyin sistemle ve sistemin buyruğuyla hareket eden kurumların bireyle olan ilişkisinde ortaya çıkan “gücün karşısındaki güçsüzlük”, eserlerinin ana temasını oluşturur. Bu konuda şu tasviri yapar: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır.

Çünkü toplumun ortak direnci dayanışmasına bağlıdır, bu bağlılık sistemli bir şekilde açığa çıkarılamaz.  Ayrıca adaletin zayıf olduğu sistemlerde bozulmuş hukuk sisteminin birey üzerinde kurduğu zorba yapı eserlerinde diğer önemli temalardandır. Özellikle aşırı kuralcı ve merkezinden koparılmış bürokrasinin yabancılaşmaya etkisi eserlerinde kendini hissettirir. Günümüz kapitalist sistemlerin kontrol mekanizmalarını işletirlerken kullandıkları en etkin araç olan bürokrasi iş ve işçilerin düzen içerisinde yaşadıkları olumsuz durumlarda birbirinden farklı yabancılaşma şekilleri olarak eserlerde göz önüne serilir. Kentleşme, bir arada yaşama zorunluluğu, sektör, işbölümü ve çalışma insandaki özgür olma isteğinin en büyük düşmanıdır. Kafka, “Kapitalizm içten dışa, dıştan içe, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya bağımlılıklardan oluşan bir sistemdir. Her şey bağımlıdır kapitalizmde, her şey zincire vurulmuştur” diyerek kapitalist sistemin yabancılaşma ve modern insan üzerindeki etkisini dile getirmiştir.

Kafka, 1883’te başlayan ve 1924 yılında 41 yaşında sona eren kısacık hayatında bir sürü eser bıraktı. “Değişim” ya da “Dönüşüm”, Türkçeye çevrilmiş en bilinen eserlerinin başında gelir. Hikâyenin başkahramanı Gregor Samsa da, kentin varoşunda zor şartlar altında yaşayan bir pazarlamacı olarak çalışmaktadır. Kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş bulan Gregor Samsa, ilk başta ne olduğunu anlamaz ve böceğe dönüşmesini unutulması gereken bir saçmalık olarak görür. Gregor Samsa, henüz yatağından kalkmadan kendi mesleğine ve insan ilişkilerine ilişkin düşüncesini şu biçimde aklından geçirir: “Nasıl da güç bir mesleği seçmişim kendime. Her gün yoldayım. Bütün bunlar bürodaki asıl işlerden daha yorucu, üstelik bunlar yetmiyormuş gibi bir de yolculuğun çilesi, aktarma trenlerinin stresi, düzensiz kötü yemekler, sürekli değişen, hiç kalıcı ve samimi olmayan insan ilişkileri. Şeytan görsün hepsinin yüzünü.

Kafka eserlerinin neredeyse büyük kısmında güçsüz, aciz, yalnız ve çaresiz ve dışlanmış bireyi işler. Kendi içinde yaşadığı çıkmazları, çaresizliği, kopan fırtınaları aktarır bizlere. Toplum ve birey ilişkilerini kendi hayatlarına tahvil eden herkesin kolayca göreceği gibi, Kafka aslında normal olan ile olağan olanı “basit ve açık” bir şekilde zora kaçmadan bize aktarıyor.

Kafka eserlerinde bireydeki korkuları, sanayi toplumlarındaki burjuvalaşan yaşamların sahte aile ilişkilerini, bürokrasinin baskıcı ve anlamsız işleyişini gözler önüne serer. Umudunun son demlerindeki o acı karamsarlık eserlerindeki karakterleri çaresizlikle donatmıştır. Nitekim “Dava” eserinin kahramanı Josef K. neyle suçlandığını bir türlü öğrenemeyerek yavaş yavaş karanlığa gömülür. Bir bakıma benzer bir durum da “Şato” eserinde kadastro memuru Bay K’da da görülür. “Ceza Sömürgesi” eserinde de adı verilmeyen bir adada, ıssız ve bunaltıcı bir vadide, acımasız bir zekâyla kurgulanmış bir mekanizmanın, suçlu ya da suçsuz olmasına bakılmaksızın, savunması alınmaksızın mahkûm kılınmış insanları bürokratik bir katılıkla ve doğal kabul edilen bir yaklaşımla “cezalandırdığı” bir törene, suskun bir gezginle birlikte tanık olur okur. Bir yanda duygusal açıdan olaya mesafeli duran “tanık” gezgin, öbür yanda yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kendinde toplamış ve bu sorumluluğu kendini kurban etme derecesine vardıran subay… Edilgenlik/etkenlik, kuşku/inanç, akıl/duygu gibi zıt kavramları mercek altına alıyor ve bunları gerçeklikle baş etmenin karşıt olasılıkları olarak okura sunuyor.

Tüm çocukluğu boyunca kendini değersiz ve işe yaramaz hisseden Kafka, bir yetişkin olduğu zaman da bu düşüncelerden bir türlü kurtulamadı. Otorite karşısında zaten zayıf olan bedeninin iyice küçüldüğüne, zayıf düştüğüne ve yok olacağına inandı Kafka ömrü boyunca.

KAYNAKÇA:

  • [1] Tuncar Tuğcu, Yabancılaşma Problemi, Alesta Yayınları, Ankara, 2002.
  • [2] Aziz Yardımlı, Hegel Tinin Görüngübilimi, İdea Yayıncılık, İstanbul,1986.
  • [3] G. W. F. Hegel, Tarih Felsefesi.
  • [4] Nuri Çiçek, Franz Kafka’da Yabancılaşma Problemi, Gazi Üniversitesi Sos. Bil. Ens. Tez.
  • (*) Tin, evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsenen madde dışı varlık. Düşünceden bağımsız varlığın olamayacağını savunan görüşlerde –İdealizm– özdek kavramına, fizik etkinliğe ve içgüdüsel etkinliğe karşıt olan şey anlamında kullanılır. Ayrıca stoa felsefesinde, evren usu, evren ruhu; etki yapan, biçim veren, canlandıran ilke olarak geçmektedir. Kelime anlamı olarak ruh kelimesine karşılık gelse de, felsefi bir terim olarak tin, ruhtan ayrı bir kavramdır. Ruh, organik ve duyusal yaşamın ilkesidir (hayvanların da ruhundan söz edilir). Tin ise yalnız insana özgü düşünme yetisidir. https://tr.wikipedia.org/wiki/Tin_(felsefe) [16.03.2020]
Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar