TOPLUM 

COĞRAFYA, YAZGI VE ÖMÜR

–COĞRAFYA–

Büyük ozan Ahmed Arif bu toprakları, ‘Anadolu’ şiirindeki dizelerinde “dünkü çocuk” olarak betimlemişti. Evet, bu coğrafya, dünyanın tarih sayfalarında yazgısı “en kara” olan coğrafyalarındadır. Ergendir ve ele avuca gelmez bir coşkunluktadır. Hem ergendir hem de olgun. Memelerinden süt çağlayan lohusa bir kadın gibi, hâlâ üzerinde ekinler fışkırmakta ve bolluk bereket akmaktadır. Olgundur ve bu yüzdendir ki bu topraklar, hâlâ en kanlı ve en acımasız savaşlara koynunu açmaktadır. Savaş, bu coğrafyanın makûs talihidir. Buralarda her zaman bir neden vardır savaş başlatmak için. Kimi zaman petrol, kimi zaman din-mezhep ve kimi zaman da politikacıların bitmek bilmeyen “tarihe mal olma sevdaları”. Lakin bu topraklarda, savaşlar halkların kendi aralarında çıkmaz. Tarlaların sınırlarından değil belki ama anaların rahminden bağlıdırlar. O yüzden, “kız alıp vermişlerdir”, hısım-akrabadırlar binyıllardan bu yana. Ortadoğu, tarihin kanlı mürekkebiyle yazı yazılan en büyük defteridir dünyanın. Bu topraklarda, her zaman kavgayı siyasetçiler başlatır, zenginler-ağalar-beyler-şeyhler-mollalar ateşini harlar ve o savaşlarda hep fakir anaların körpe yavruları ölür.

–YAZGI–

Birçok yazgıda kadının çatal yüreğindeki şefkatin izleri vardır.

Külli hafıza, bizim gibi tarihi bağları göçerliğe dayalı toplumlarda biraz kopuk bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, olumsuz bireysel davranış, “farklılığa” karşı tipik ve alışagelmiş bir tavırla açığa çıkar. Kişi nezdinde, bir grup kendini bir başkasına karşı üstün görme kompleksini aşamamaktadır. Toplumsal tepki, kendini oluşturan bireylerin davranışlarının güçlü ittifakıdır. Bu davranış, tek tek bireylerin benliğinde ve tavrında dışa vurur. İnsan beyni, bu tavrı korteks yapıda şekillendirip adına “uygar davranış şeması” dediği bir üslupla açığa çıkarmaktadır. Çoğu zaman ikiyüzlüdür. Bütünüyle zamanın duvarlarında asılı kalan bu davranışlar bugün bizim medeniyet dediğimiz davranış kalıplarını oluşturmaktadır. Bu kalıpların birçoğu toplumsal üstyapı kurumlarını oluşturmaktadır. Eğer bugün biz, birbirimizin gözünü oymuyor ya da oymaya çalışırken bir şeylerden çekiniyorsak, işte bu üstyapı normlarının oluşmasına bağlı olduğumuzdandır.

Bugün coğrafyanın kader olduğu, yeşil, mavi ve sarı toprakların her çizgisinde büyük hikâyeler barındıran kadınlarının yazgılarından söz edeceğim. Nâzım, şu şiiriyle ne de güzel anlatmış Anadolu kadınını:

Ve kadınlar/ bizim kadınlarımız:/ korkunç ve mübarek elleri/ ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle/ anamız, avradımız, yârimiz/ ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen/ ve soframızdaki yeri/ öküzümüzden sonra gelen/ ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız/ ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki/ ve kara sabana koşulan ve ağıllarda/ ışıltısında yere saplı bıçakların/ oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan/ kadınlar…

Kadınlar, bütün dünyada olduğu gibi bizim kültürümüzde de pasif ve güçsüz olan, şiddete ve zorbalığa maruz bırakılan kesimdedir. Çocukluk döneminden itibaren giysilerin rengiyle ve ellerine verilen oyuncaklarla kendisine dayatılan o edilgenliği bilinçaltlarına iterler. Kendi ebeveynleri de aynı şekilde yetiştirildikleri için, suskun, sürekli onaylayan, güçsüz bir şekilde büyütülen kadınlar, aynı annelerin, haylazlıklarıyla gurur duyup belli bir yaştan sonra söz geçiremedikleri, aksine emir aldıkları erkek çocuklarıyla aynı dünyayı adaletsiz olarak paylaşmaktadırlar. Kadın, namus için uğruna ölünen olmamıştır; ama namus temizliği için öldürülendir. Namus adı altında korkutulup intihar etmeleri ya da namus uğruna öldürülmeleri nadir rastlanan olaylar değildir. Namus cinayeti işlemiş erkek bu toplumda çok itibar görmektedir. Çünkü onlar toplumu ahlaksızlardan kurtarmış ve toplumsal görevlerini yerine getirmişlerdir. Kadının cinselliği bedeninin bir parçası değil, erkeğin namusu, toplumsal ahlakın, aile şerefinin bir parçası kabul edilmektedir. En modern kocalarından bile dayak yedikten sonra çocukları “orta malı” olmasın diye kendileri “ev malı” olmayı kabullenen birçok kadın bulunmaktadır. Dilerim ki toplumun en güzel nüvesi olan çocukların yetişmesinin yükünü kendilerine bıraktığımız, en güzel yemekleri ellerinden yediğimiz, hayatın her alanını en güzel şekliyle bize yaşatanların değerini ancak ölünce anladığımız o anne yüreklere nazikçe dokunalım. Ve “bir yerlere yetişmekten kendilerine geç kalmış” kadınlara hak ettikleri değeri bu topraklarda vermeye ahdımız olsun diyen evlatlar yetiştirmeyi bir norm olarak değil ve tabi durum olarak görmeyi öğrendiğimiz gün birçok şey kendiliğinden güzelleşecektir. Neşet Usta ne demişti: “Kadın insandır, biz de insanoğlu…

Ne çok şiir yazıp en çok şiddeti uyguladığımız kadınlara bu çaresizliğimizi, ikircik duygularımızı şairlerin dizelerine teslim etmek istiyorum.

–ÖMÜR–

Bu toprakların yetiştirdiği iki büyük şair, iki güzel insanın şiirlerini alıntıladım aşağıya. Toprağa rengini yalnızca başaklar, yağmur taneleri ya da bitkiler vermez, toprağa rengini, ozanların şiirleri, destanları, tasvirleri ve ağıtları da verir. Bu coğrafyanın künyesinde Homeros, Yaşar Kemal, Dadaloğlu, Pir Sultan, Yunus, Mevlana ve adını buraya sığdıramayacağım kadar çok olanlar yazılıdır. Bunları tanımadan, bilmeden toprağında yeşeren başak tanesini tanıyamazsınız. Bunlardan biri Ahmed Arif’tir. Şiirinin her bir dizesini Anadolu’yla doldurmuştur. Diyarbekir’de Leyla’sına mektup göndermek için hamallık yapmış bir filinta… Ne demişti mektubunda: “Leyla; bir hamallar bir de bilginler dedikodu yapmaz, işleri müsaade etmez”… Sonra öyle ciğerden demiştir ki şiirini, işte öyle kederinden mahzun:

Beşikler vermişim Nuh’a,/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,/ Anadolu’yum ben,/ Tanıyor musun?

Bir diğeri de Nâzım’dır. Uzun boyludur, başak saçlı, okyanus gözlüdür. Bedeni dışarda, kalbi vatanındadır. Topraklarından sürülmüş, gittiği yerlerde içindeki toprağı sürüp şiir eylemişlerdendir.

Hasretini prangasına değil ama Anadolu’da bir köy mezarlığına vasiyet salmıştır.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,/ ölürsem kurtuluştan önce yani,/ alıp götürün/ Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Bu iki büyük şairi anarken haziranda ölmek o kadar da zor değilmiş dostlar. Nâzım 3 Haziran’da, Ahmed Arif 2 Haziran’da “o güzel atlara binip gittiler”, arkalarında sahipsiz bıraktıkları Anadolu’dan.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar