EDEBİYAT 

ESTETİK BİR POLİTİK İTİRAZ / ŞİİR

“Bilim aklın şiiridir, şiir de yüreğin bilimidir.” [1] Andrey Tarkovski’nin ifadesiyle, “şiir benim açımdan bir dünya görüşü, gerçekle olan ilişkimin özel bir biçimidir; bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir”. Yaşamı savunmak; insan olmak (ve sonuna dek de İNSAN kalmak) halidir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın… Çünkü “Hakikate ulaşmanın yolları şunlardır: Felsefe, sanat, siyaset ve aşk” diye uyarır Alain Badiou! Gerçekten de “Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir halde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

ŞİİRLERİYLE ŞAİRLER

“Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla şimdi ve daima açıktır.” [1] Edward Morgan Forster, “Bize kendimizi doğru biçimde küçük hissettirebilmek yalnızca sanatın işlevidir” derken; altını ısrarla çizerek ekler Simone de Beauvoir: “Sanatçının ifade edeceği bir dünya olması için, o, öncelikle bu dünyada yer almalıdır; baskıcı ya da baskı altında, yılgın ya da isyankâr, insanlar arasında bir insan.” O insanlar arasında insanlardan birisi de şair(ler)ken; şiirlerine dair ‘Karagün Dostu’nda şöyle der Hasan Hüseyin Korkmazgil: “Biliyorum/ matarada su/ torbada ekmek/ ve kemerde kurşun değil şiir/ ama yine de/ matarasında suyu/ torbasında ekmeği/ ve…

Devamını Oku
EDEBİYAT YAŞAM 

NARLAR KENTİNDE BİR KÂHİN

Son birkaç haftadır pamuk hasadının telaşına şahit oluyoruz. Kasalar dolusu pamuğun savrula döküle büyük kasalar içinde taşındığına, tarlaları dolduran mevsimlik işçilere, yağmurun ansızın yağıp kayboluşuna… Yüzü güneş yanığı kadınların çekingen bakışlarını gizlediği saçlarının üstündeki eğreti yazmaları ele veriyor kaderlerine yazgılı olduklarını, bir de içlerinde büyüttükleri gelecek… Yoksa koca bir geçmiş mi demeliydim. Geleceksizliğe mahkûm edilmiş bu insanlara baktıkça geçmişin yükü altında ezilmeye devam ettiklerinden başka bir şey geçmiyor, geçemiyor aklımdan. Genç yaşlarına rağmen yorulmuş bedenlerini çaresizce yüklenen çıplak ayakları, yerleri süpüren elbiselerinin altında bir görünüp bir kaybolurken hayatlarına dair tek…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

DOĞUM GÜNÜ

Bu gece yine, tekrarın güven dolu döngüsünü kırmayacak, aynı rutine hapsolacaktı. Deftere, bir kelimeden ibaret olan aynı notu yaşı kadar düşecekti. Annesinin çeyizinden kalan, ince, mavimsi kadehi konsoldan çıkardı, yine onunla içecekti. Onunla içmek iyi gelir, belki mutlu bile olurdu. Rakısını doldurdu. Kırkıncı yaşına girecekti, yeni yaşı kutlu olsundu! Kutsal bir varlıkmış gibi havada tuttu defteri, kıvrak bir şekilde dans etmeye başladı sonra, sonra indirdi, yeni bir sayfa açtı ve yeni sayfaya aynı şeyi yazdı: “Sustum.” Yeni sayfa açık olduğu halde tekrar havaya kaldırdı. Bir yandan defteri havada tutarak dans…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

BAŞKÖŞEDEKİ BOŞ SANDALYE

Asırlık bedeniyle tüm ailenin tarihsel belleği olan Sabiha Hanım’ı sabun kokulu bembeyaz çarşafın üzerine yatırmışlardı. Üzerine kırmızı saten yüzlü sırıtılmış ağır bir yorgan örtülmüş, derin bir uykuya dalmıştı. Yılların yorgunluğu okunan yüzü mumyalanmışçasına apak, bedeni kınından çekileceği anı bekleyen bir kılıç denli kıpırtısızdı. Geriye doğru taranan kınalı saçlarının ön kısmı dağılıp alnına doğru dökülmüştü ve alnındaki kırışıklıklarda terden kaynaklanan ışık yansımaları vardı. Kahverengi benekli buruşuk elleri yorganın üzerinde iki yanına uzanmış, parmakları ‘romatoid artrit’e bağlı olarak doğal görünüşlerini yitirmiş, Albrecht Dürer’in “dua eden eller”ine benziyordu. Sessizlik içinde bekleşenlerden zorunlu olarak…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

TÜNELİN SONU

Saçları dumandan trenler vardı, çocukluğumun en güzel maceralarını yaşadığım. Köye gideceğimiz gün ailecek sabah namazı vaktinde uyanıp üzerimizi giyer, karanlıkta, ellerimizde çantalarla istasyona kadar yürürdük. O çantalardan biri de benim payıma düşer, yolculuk hevesiyle bileklerim ağrısa da sesimi çıkarmadan taşırdım. Sıraya girip biletimizi alır, telaşla perona koşardık. Tren, çığlık çığlığa sokulurdu istasyona. Büyük abim beni kollarımdan kaldırırdı, heyecanla vagonun kucağına atlardım. Babamın “kompartıman” dediği odaya yerleşirdik. Ağzımız kulaklarımızda, gözlerimiz ışıl ışıl bakardık birbirimize. Türkçe dersinde mutluluğu cümle içinde hiç kullanmasam da o an bilirdim nasıl güzel bir şey olduğunu. Annem…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

MELİSA KESMEZ VE ‘KÜÇÜK YUVARLAK TAŞLAR’DA ANNELİK DURUMU

Uzun, sıcak yazdan sonra bir yuvadan diğer yuvaya dönüş ayı olan eylül de geçip gitti… Masam, bilgisayarım, benimle Ankara’ya gelen, raflardaki yerlerine benimle dönen kitaplarım, onlara eklenen yenileri… Yazın uzun, sıcak günlerinde planlı plansız okumalar, okumalar, okumalar, filmler… Bir sürü karmaşık şey… Şimdi rutinlere dönme zamanı… Uzun sıcak yaz “eğilip kumların arasından küçük, yuvarlak bir taş bulduğum, üzerindeki kumu kıyıya vuran suda yıkayıp avcumda sakladığım” anılarla dolu şimdi. O kıyı çok uzakta. Yaşananlar daha uzak. Şimdi nemli Adana şehrinin insanın üstüne yapışan rutinlerine alışma zamanı… Hatta artık eylülü yolculadık, ekime…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

HALKIN SIRADAN VE GARİBAN OZANI / AHMED ARİF

“Bir şair: Ahmed Arif/ Toplar dağların rüzgârlarını/ Dağıtır çocuklara erken.” – Cemal SÜREYA “Sosyalist Türk şairi” [1] tahrifatına karşın TKP’li, baba tarafından Kerküklü, ana tarafından Erbil Kürt’ü; şiirindeki derinlikle; dizelerinde hesap soran; öfkenin, inceliklerin şairidir o… Yaşamı, düşlerine tıpatıp uygundu: Yalansız dolansız; dürüstçe dik durup diklenen; her daim haksızlığın karşısına çıkan; emek ve eşitlikten yana “deli-kanlı”lığı yaşam felsefine tahvil eden; sözünü esirgemeyendi şiirlerindeki gibi… Yarattığı her dize yaşadıklarının izini taşırken; şiirinde adaletsizliğe, namussuzluğa, eşitsizliğe, haksızlığa karşı isyanı dillendiren direncin şairiydi. Sevgiliye bahar gülleri takmayı düşleyecek denli tutkunu ve “Ben şairim./…

Devamını Oku
EDEBİYAT NOSTALJİ 

‘YAZMAK DENEN CEHENNEM’ / İLHAN BERK

Yazmayı cehennem olarak alan başka yazarlar var mıdır, bilmiyorum. Malraux yazmanın kahrediciliğine değinerek ressamların mutlu, yazarlarınsa mutsuz kişiler olduğunu söyler. Örnek olarak da Matisse ile Picasso’yu gösterir. Henry Miller de resim yapmayı “yeniden sevmek” diye tanımlar. Kısacası, ikisi de yazmayı, resmin yanında kahredici bulurlar. Nedenlerini pek açıklamazlar; ama yazmak ediminin ne bela bir şey olduğunda birleşirler. Ben yazmak olayını cehennem olarak görenlerdenim. Bana bu düşünceyi verense, yazmanın zorluğu, güçlüğü, kahrediciliği değildir. Bunu söylerken ne sözcüklerin, ne dizelerin saçtığı cehennemi, ne de beyaz bir kâğıdın yaptığı baskıyı, sıkıntıyı yadsıyorum. Az şey…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

İLK ŞAİR, İLK ŞİİR

Onu yıllar önce ilk kez, kuzenimin kitaplığının tozlu raflarında görmüştüm. Parmaklarımı kitapların üzerinde gezdirirken çıkmıştı karşıma. Sanki “Beni seç” diyordu. Parmak izlerim kitaplığın raflarında kalsa da elimi uzatıp almıştım onu. O, okuduğum ilk şiir kitabıydı. Böylece ilk şairle tanışmıştım o an, o raflarda. Kapağındaki fotoğrafa baktım, Ümit Yaşar Oğuzcan’dı o. Sonra da kitabın sayfalarını araladım ve ilk şiirle tanışmıştım böylece. Bir ayrılık şiiriydi bu… “Rıhtımda/ bir beyaz gemiydi ayıran onları/ kadın güvertedeydi, adam rıhtımda/ şimdi unuttum yüzünü kadının/ adamın gözleri aklımda. // Kana bulanmış bıçaklar gibi/ uzun kirpikleri ıslaktı/ adam…

Devamını Oku