EDEBİYAT 

MEĞER NE ÇOK SEVMİŞİM SENİ

Gün ışığı, Anadolu yakasında dört gündür konuk olduğum bu dairenin küçücük odasında çevreyi kuşatan binaların arasından kıvrılıp, penceredeki tülden süzülerek geçip içeriyi aydınlatmaya başlamıştı. İnsanın içini ürperten tatlı bir esinti, beraberindeki taze havayı odaya dolduruyordu. Van Gogh’un ‘Arles’teki yatak odasından çok daha fakir bu odadaki tek kişilik bir yatakla etajerden oluşan mobilya üzerinde oynaşarak göz yanılsamaları yaratan günün ilk ışıklarını boş gözlerle izledikten sonra bir süre evdeki sessizliği dinledim. İçeriye derin bir ölüm sessizliği egemendi. Dışarda da günlük yaşam mücadelesine başlamış birkaç şaşkın kuşun cıvıldaşmaları dışında ses seda yoktu. Ekmek…

Devamını Oku
EDEBİYAT FELSEFE 

AVCI METAFORU

“Zamansal süreklilik diyagramı kaybolduğunda, sürem dayanıksız olduğunda, ara mekânlardan çok, boş uzamlarda yaşam sürmek zorunlu olur. Ama zamanı ve mekânı eklemleyen ‘önce’ ve ‘sonra’ edatları olmadığında, failin eylemi dünya kurucu niteliğini yitirir. Her şeyden önce dünyanın üzerinde temelleneceği zemin olarak yeryüzü ufuktan silinir.” – Özgür Taburoğlu, ‘Yerinden Çıkmış Zaman: Diskroni’ “(…) edebiyat ancak içimizde ‘Ben’ [Je] deme kudretimizi elimizden alan üçüncü şahıs belirdiğinde başlar.” – Gilles Deleuze, ‘Kritik ve Klinik’ “Ben senin labirentinim.” – Friedrich Nietzsche 20’nci yüzyılın önemli düşünürlerinden Gilles Deleuze, şu satırlarla Maurice Blanchot’a atıfta bulunuyordu. Bir yandan…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

SIR

“(…) Ben diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de/ Değişen bir şey olarak ve değiştiren bir anlamım var/ Peki, öyleyse, neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar?” – E. Cansever, ‘Kirli Ağustos’tan Oturduğu yerden dışarıyı izleyebiliyordu. Hiçbir şey düşünmeden takıldı kaldı uzaklara. Kuzeyde, bir sınır gibi dizilmiş dağların doruğundaki beyazlığı görünce “Soğuk havalar…” dedi kendi kendine. Sözünü tamamlamadı. Göğün pembe, mor, lacivert renklerine baktı bir süre. Caddenin hiç dinmeyen gürültüsüne kulak verdi. Derin bir iç çekti. Kalktı, odanın aydınlığını biraz daha artırmak için perdeleri iyice kenara çekti. Pencereden…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

‘BÜYÜMENİN SANCISI’ ÜZERİNE – KADIN OLUŞUM ROMANLARI II

Bildungsroman içinde alttürü oluşturan kadın oluşum romanları üzerine okumaya, düşünmeye ve yazmaya devam ediyorum. 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru, her şeyi değiştireceğini düşündüğümüz birçok olaydan, olgudan, durumdan sonra, nasıl geçtiğini anlamadığımız karantinanın gölgesinde bahardan, aniden başlayan nemli, sıcak, ara ara selle fırtınayla geçen hazirandan sonra… Sonra… Birçok şeyden sonra… Hâlâ kadınlar şiddet görürken, hâlâ öldürülürken, hâlâ en olmadık yerlerde eril söylemin yargılayıcı, küçük düşürücü psikolojik etkisine maruz kalırken kadının oluşumu ne kadar zor; işte bu, görünür olsun istiyorum. Bu kez Kanada’dan bir yazardan, Isabel Huggan’dan bir kitap… ‘Büyümenin Sancısı’.…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

DİYAGONAL DİYALOGLAR – 6: DEĞİRMİ SÖZLER

– Nenem “El eli yur, el de yüzü yur” derdi. + Onu biliyorum, “El eli yıkar, iki el de döner yüzü yıkar” diye duymuştum. – Evet, değişik söylendiği oluyor. Ama “yur” daha özüne uygun; “yıkar” biraz oynanmış gibi geliyor. + Çağ değişiyor, eski haliyle bırakmak yeni jenerasyona hitap etmiyor. Dil de ister istemez onların anlayacağı gibi dönüşüyor. Dili canlı, devimsel bir varlık gibi görmek gerek. – Onlar da biraz kafa yorsunlar, canım. Önüne hazır koyalım, lop diye yutsunlar; oh, nereden geliyorsa bu yoğurdun bolluğu? + Sadece onlar değil, bizim jenerasyon…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

DİYAGONAL DİYALOGLAR – 5: KAYGAN BOŞLUK

+ İnsan ölünce yok olmuyor. Sevdiklerinin her birinde bir parçasını bırakıyor. Onlarda yaşamaya devam ediyor. – Sorun da tam olarak budur belki. Unutabilseydik daha kolay olmaz mıydı? + Sence unutulmayı ister miydi? İnsan asıl unutulduğunda ölmez mi? – O bunu nereden bilecek? Ölüm, kalan için başa çıkılmazdır; giden, sıyrılır gider. Ardında derin bir boşluk, uğultulu bir sessizlik bırakır. Gerideki için onun bıraktığı boşluğun uğultusu başa çıkılması gereken bir mesele olur. İnsanın dişi düştüğünde bile alışması günler sürer. Dilin her değdiğinde aklına düşer; yoklayıp durursun, dişinin ardında bıraktığı kaygan boşluğu. +…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

ISSIZ ADA

Gözlerimi yavaşça açmaya çalışırken dalgaların bacaklarıma ufak vuruşlarını hissediyorum. Rüyada olabilir miyim? Neredeyim diye etrafıma bakındım. Üzerimde tişört, altımda şort var. Bir can simidinin içinde iki büklüm haldeyim. Bir kumsal burası. Büyük görünmüyor. Hemen arka tarafımda ağaçlık bir alan başlıyor. Önümde uçsuz bucaksız deniz… Denizin üzerine saçılmış bazı şeyler var. Küçük dalga dokunuşları kıyıya doğru itiyor. Zihnimdeki parçaları yerine oturtmaya çalışmalıyım. İki ay önce: Uzun zamandır hayalini kurduğum tatile nihayet çıkıyorum yarın. Üç yıldır izin yapmadan ve doğru düzgün para harcamadan bu seyahate hazırlandım. Oldukça pahalı bir gezi. Tam iki…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

İNCİLTİLMİŞ YAŞAMLAR (2)

Doktor Mümtaz’ın arabası iş hanının otoparkından çıkıp caddenin köşesinden doğuya doğru direksiyon kırdı. Köşede iş hanının görevlisi Rüstem aracı görünce Mümtaz’a selam verdi. Camlardaki koyu renkli filmden dolayı aracın sürücüsü net görünmüyordu. Sürücü kornaya hafifçe dokunarak selamı aldı. Bu karşılaşmadan yarım saat önce kadın doğum uzmanı Mümtaz, sekreterini göndermiş, muayenehanesinde telefon görüşmesi yapıyordu. Telefonun öbür ucundaki devlet hastanesi acil servis doktorlarından Nurten’di. – Bizimkine ilk müdahaleyi sen yapmıştın. Taburcu edilmeden kaçıp sığınma evine başvurmuş. Haberin olmadı mı? Neden engel olmadın? İtibarım beş paralık olacak. – Mümtaz, bu sefer fena yapmışsın,…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

İNCİTİLMİŞ YAŞAMLAR (1)

Şehrin batısındaki yerleşimlerin kıyısında, kendi kederli yalnızlığında akıp duran tam zamanlı dere yeni gelişmelere gebeydi. Gökyüzünde aniden beliren bulutlar havayı kapatmaya başlamıştı. Kuzey rüzgârlarıyla devinen gri bulutlar, artık daha kasvetli daha heybetliydiler. Bulutlar, derin bir sessizlik içinde çok şey anlatan topraklara içini dökeceği anın beklentisiyle devinirken, kadim kentin savcılık bürosundan çıkan ivecen bir araç şehrin bu tarafına doğru ilerlemekteydi. Yüzyıllardır çevresinden geçtiği kayaları aşındırıp törpüleyen, küçük menderesler çize çize köpürerek şehvetle kavuşacağı derin suların özlemiyle yanıp tutuşan ve haritalarda adı dahi olmayan bu küçük akarsu, kim bilir kaç saattir içindeki…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

DİYAGONAL DİYALOGLAR – 4: VEREV

– Duvar ustası gibi aşağıya doğru salman gerekir. – Ne lüzumu var bu kadar mekanik bakmanın; göz var, izan var. – Ustanın saldığı şakul, gözün görmediği verevi gösterir. – Tamam, duvar ördüğümüzde şakulü salarız; ama mesele insan olduğunda böyle salmalar netice vermez. Biraz idareli olmamız gerekmez mi? Bazı dengeler vardır ve bizim de o dengelere hak ettikleri ehemmiyeti vermemiz lazım gelir. – Muhterem, sana da bazen fazla hassasiyet gösteriyormuşsun gibi gelmiyor mu? – Hassasiyet? – He-e! İdare etmeler, dengeler, ehemmiyet vermeler… Bak, bu işler üzerinde o kadar kafa yorup oyalanmaya,…

Devamını Oku