KUTUPLAŞMIŞ TOPLUMDA BİREY VE TOPLUMUN GELECEĞİ
-ANKARA-
21’inci yüzyılda birey ve toplumu kutuplaşma ekseninde incelerken amacım; tarihsel bir perspektif içinde teorik ve felsefi bir analiz yapmak değil, günümüzdeki temel çelişkileri anlamak açısından yeniden okuduğum bazı eserleri ve düşünürleri hatırlatarak geleceğe ilişkin kaygı ve umutlarımı ortaya koymak olacak.
Her şeyden önce dikkate almanız gereken parametre, 21’inci yüzyılın ilk çeyreği bitmeden umutsuz ve kutuplaşmış bir dünyayla karşı karşıya kaldığımızdır. Yeni yüzyıla girmeden önce, bütün siyasi teorilerin iflas ettiği, mevcut ekonomik sistemlerin umut olmaktan çıktığı, bireyin gelişimini beklerken diktatörlüklerin ve akıl dışı yönetimlerin gündemimize girdiği felaket bir dönemi yaşıyoruz. Bugünlerde gerek pandemi süreci, gerekse de radikal gerici akımların yükselişi nedeniyle yeni bir Orta Çağ’a girdiğimizi inkâr edemeyiz. Peki, tarihsel gelişme sürecinde “iki adım ileri – bir adım geri” saptamasına uygun olarak güçlü bir geri adımı yaşadığımız günlerde ve yıllarda, bazı filozofların düşünceleri temelinde bugünü ve geleceği nasıl okumalıyız?
İlk başta, Lord Acton’ın ünlü sözü ile başlamak istiyorum. 1834’te doğup 1902’de aramızdan ayrılan Lord Acton, bugüne rehber olacak nasıl bir fikir üretmiş olabilir diyebilirsiniz. Biraz soluk alıp Lord Acton olarak bildiğimiz John Dalbert Acton’dan bir alıntı yapalım: “Güç, yozlaşma doğurur; mutlak güç ise, mutlak yozlaşma demektir.”
21’inci yüzyıl, mutlak iktidarların mutlak yozlaşma içine girdiği bir dönemdir. Bu nedenle, akıl almaz olaylar yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz. Bu noktada olumlu olan ise, mutlak yozlaşmanın sürdürülebilir olmadığı, değişimin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğidir. Lord Acton, yalnızca mutlak iktidarların mutlaka yozlaşacağını söylememiş, bu yozlaşmanın sonlarını getireceğini de –açıktan olmasa da– ifade etmiştir.
Yüzyılın paradoksu; yalnızca kötü yönetimler, umutların tükenmesi, yerkürenin küresel çevre sorunları nedeniyle ciddi tehditler altında olması, akıl dışı uygulamaların ortaya çıkması ya da diktatörlüklerin ve otoriter yönetimlerin güçlenmesi değildir. Bunların da ötesinde bireysel özgürlükler kısıtlanmakta, insan hakları felsefesi gerilemekte ve ilgi görmeyen bir pratiğe sürüklenmektedir. Bunun da ötesinde, kutuplaşma siyasetinin yaşandığı coğrafyalarda her konuda çatışma içine girmeye hazır örgütlü feodal kültürel kitleler oluşarak gerçeğe ve bilime tehdit oluşturacak sosyal yapıları ortaya çıkarmaktadır.
Bu noktada, –kutuplaşma pratiğiyle bağlantılı olarak– Nietzsche’nin vurguladığı gerçeklik karşımıza çıkmaktadır. Ahlakın iki temel biçiminden söz eden Nietzsche; “efendi ahlakı” ve “köle ahlakı” ayrımını yapmıştı. Nietzsche’ye göre –benim yorumum– efendi ahlakı ve köle ahlakının aynı anda yaşandığı toplumlarda kutuplaşma kaçınılmazdır ve bu iki grubu aynı ölçülerde aynı hedeflere seferber etmek imkânsız hale gelir. Durumu kendi yorumumla zenginleştirirsem; efendi ahlakına sahip olanlar ile köle ahlakına sahip olanlara aynı hak ve özgürlükler verilse bile bunların sonuçları farklı olacak, köle ahlakına sahip kitlelerin çoğunluk olduğu ülkelerde yönetimlerin demokratik kalmasında ve demokrasinin sürdürülebilirliğinde ciddi sıkıntılar ortaya çıkacaktır. Bunun örneklerini yaşıyoruz.
Spinoza ile devam edersek, insan doğasının doğuştan iyi olduğu, yanlış bir önermedir. İnsan doğası diye tekdüze bir değerlendirme yapılamayacağına inanmak için birçok nedenimiz bulunuyor. Bu konuda Carl Gustav Jung’ın ‘Keşfedilmemiş Benlik’ eserindeki ilkel insan ya da arkaik/ilkel akıl iddialarına dikkat çekmek gerekir. Ayrıca Jung’ın da altını çizdiği, Lucien Lévy-Bruhl’ın “kolektif simgesellik” kavramına vurgu yaparak her uygar insanın derinliklerinde ilkel insanın yaşatıldığı, ilkel alışkanlıkların sürdürüldüğü gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Pandemi sürecinde “düz dünyacı” komplo teorilerinin artmasını, ciddi bir kitleye ulaşan bu insan topluluklarında ilkel aklın egemen olması ile açıklamamız gerekir.
Gustave Le Bon’un ‘Kitle Psikolojisi’ eserini anmadan konuyu netleştirmek kolay olmayacaktır. Le Bon; oluşum halindeki kitlelerde “bilinçli bireysel kişiliğin kaybolması, duyguların ve düşüncelerin aynı yöne doğru hareket etmesi” savı ile ciddi bir tehlikeye dikkat çekmektedir. Rasyonel olmayan hedefler doğrultusunda hareket eden kitle hareketlerinin demokratik rejimleri boğarak diktatörlüklere hizmet edeceğini kolayca söyleyebiliriz. ‘1984’ isimli karşı ütopyasında George Orwell, bu konuyu daha açık biçimde ifade etmiştir.
21’inci yüzyılda uygar insan ve ilkel akıl arasındaki savaş; bilim ve uygarlık ile dogmalar ve hasta toplumlar arasında yaşanacağa benziyor. Şimdiden bu savaşı yaşamaya başladık ve örgütlü cehalet ile beslenen ilkel akıl, uygarlığı ve bilimi tehdit etmeye başladı.
21’inci yüzyıl, “Yeni Orta Çağ” tehlikesini içinde barındıran otoriter yönetimler ve diktatörlüklerin güçleneceği bir dönem olacak. Buna karşı savaşacak gruplar ise bilim ve demokrasi idealiyle hareket etmek durumundadır.