OLGUNLAŞMAMIŞ BİR ANNENİN ÇOCUĞU OLMAK
-İSTANBUL-
– KIRILGANLIKTAN NESİLLERARASI YORGUNLUĞA…
Bir çocuğun, olgunlaşmamış ve kendi içsel çatışmalarıyla baş edememiş bir annenin gölgesinde büyümesi, yalnızca bireysel bir travma yaratmakla kalmaz; aynı zamanda nesillerarası bir yara zinciri oluşturur. Olgunlaşmamış bir ebeveyn, genellikle kendi çocukluk yaralarını taşır ve bu yaralar farkındalık kazanmadığında kendi çocuğuna da taşınır. John Bowlby’nin bağlanma teorisinde belirttiği gibi, bir çocuğun duygusal güvenliğinin temel taşlarını oluşturan bağlanma figürü, çoğu zaman bu tür ebeveynlerde eksik veya istikrarsızdır. Bu durum, çocuğun dünyayı güvensiz bir yer olarak algılamasına ve yetişkinlikte de devam eden bir içsel boşluk hissine yol açabilir.
Olgunlaşmamış bir annenin evinde büyüyen bir çocuk, genellikle erken yaşta “ebeveynleşmek” zorunda kalır. Ebeveynleşme (parentification), çocuğun kendi ihtiyaçlarını geri plana atarak ebeveynin duygusal veya fiziksel yükünü üstlenmesidir. Sosyolog Marianne Hirsch, bu tür durumları “nesillerarası travma” olarak adlandırır ve bireyin sadece kendi yaşamında değil, bir önceki neslin deneyimlerinde de var olan yükleri taşıdığını belirtir. Çocuk büyür ve bir anne olur; fakat kendi annesinden öğrenebileceği bir “annelik modeli” olmadığında bu döngü kırılmadan devam eder. Bu, yalnızca fiziksel bir yorgunluk değil; aynı zamanda bir varoluşsal çaresizliktir.
Simone de Beauvoir, ‘İkinci Cinsiyet’ adlı eserinde, kadının anne rolüne zorlanmasının toplumsal bir inşa olduğunu belirtirken olgunlaşmamış bir annenin çocuğu için bu rol daha da karmaşık bir hal alır. Annelik, sadece biyolojik bir süreç değil; aynı zamanda duygusal, zihinsel ve toplumsal bir sorumluluktur. Ancak bu sorumluluğun altını dolduracak bir temel yoksa yeni bir anne, çoğu zaman “yetersizlik” duygusuyla savaşır. Bu, yalnızca bireyin kendisiyle değil, toplumun dayattığı “ideal anne” kavramıyla da bir hesaplaşmayı beraberinde getirir.
Antropolog Margaret Mead, bireyin kimlik oluşumunda erken çocukluk deneyimlerinin önemini vurgular. Mead, özellikle annenin toplumsal rolünü ele alırken annenin kendi çocukluk travmalarını iyileştirememiş olması durumunda çocuğun bu yükleri bilinçsiz bir şekilde devraldığını söyler. Bu tür bir bağlamda büyüyen çocuk, kendi kimliğini oluşturmaktan çok, annesinin eksik yanlarını tamamlamaya çalışır. Dolayısıyla, bu birey anne olduğunda hem kendi çocukluğunun izleriyle baş etmek zorunda kalır hem de çocuğu için bir “koruyucu” olmaya çabalar.
Psikanalist Donald Winnicott, “yeterince iyi anne” kavramıyla, anneliğin mükemmellik değil, çocuğun ihtiyaçlarını yeterince karşılayabilme kapasitesi olduğunu belirtir. Ancak olgunlaşmamış bir annenin çocuğu için “yeterince iyi” bir anne olabilmek, geçmişin hayaletleriyle mücadele etmeyi gerektirir. Winnicott’a göre, annelikte başarısızlık genellikle bir yetersizlikten değil, bireyin kendi geçmiş travmalarıyla yüzleşememesinden kaynaklanır. Bu durum, bireyin sürekli bir suçluluk ve eksiklik hissi yaşamasına neden olabilir.
Sonuç olarak olgunlaşmamış bir annenin çocuğu olmak, yalnızca bireysel bir yaşam deneyimi değil; aynı zamanda toplumsal, psikolojik ve felsefi bir sorgulamayı gerektirir. Bu çocuklar, büyüyüp anne olduklarında, bir yandan geçmişlerini iyileştirmeye çalışırken diğer yandan geleceği inşa etmek zorunda kalırlar. Hannah Arendt’in dediği gibi, “her doğum yeni bir başlangıçtır”. Ancak bu başlangıç, bazen geçmişin gölgesinden çıkmayı başardığımızda gerçek anlamda bir umut taşıyabilir.