KIRILGAN BİR MİRAS: ANNE TRAVMASI ÜZERİNE

-İSTANBUL-
Bir annenin gölgesi, yalnızca o odanın içinde bulunduğu anlarda değil, insanın tüm varoluşuna yayılır. Büyümeyen bir annenin çocuğu olmak, hayatı bir türlü yola koyulamayan bir gemide yolculuk yapmak gibidir. Rotası belirsiz, dümeni kırılmış. Anne, bir türlü tamamlanamayan bir roman, hep yarım kalmış bir cümledir. O cümlenin öznesi büyüyemezken yüklemi çocuklarına yüklenen bir yük olur. Olgunlaşmamış bir annenin çocuğu olmak, hem onun çocuğu hem de annesi olmaktır; bir yandan onun eksik parçalarını tamamlamaya çalışırken bir yandan kendi kırıklıklarını fark etmek ama onlara bakmaya cesaret edememek.
Anne, bir ergen gibi davranırken çocuk ondan çok önce büyümek zorunda kalır. Çünkü her öfkesi, her kırılganlığı, her dengesizliği çocuğa yüklenir. Çocuğun küçük omuzlarına büyük kaygılar yüklenir. Anne, kendi annesi tarafından korunan ama aslında yaralanan bir çocuk olarak kalmıştır hep. O büyümeyen çocuğun çocuklarıysa, o yaranın yankısı olur. Büyükannenin sevgi maskesi altındaki müdahaleleri, kendi kızını büyümekten alıkoyarken onun da kendi çocuklarına kök salmasını engeller. Ve böylece, kuşaktan kuşağa taşınan bir travma zinciri oluşur.
Bir annenin çocuklarına zarar verdiği her an, aslında kendi yaralı çocukluğunu yeniden yaşadığı andır. Kendi annesinin ona yaptığı ne varsa, istemsizce tekrarladığı bir döngüdür bu. Çocuklarını sever, ama sevginin biçimi bozulmuştur. Çocuğun ihtiyaçları karşılanmaz; aksine, çocuk, anne için bir kurtarıcı, bir terapist, bir yük taşıyıcı haline gelir. Kendi varoluşu ikinci plandadır artık; çocuk, annesinin duygusal enkazını toplamak için oradadır.
Bir çocuğun annesiyle olan ilişkisi, onun dünyaya bakışını şekillendirir.
Büyümeyen bir anneyle büyüyen bir çocuk, dünyayı sevgi dolu ve güvenli bir yer olarak görmekte zorlanır. Çünkü anne, çocuğun hem ilk evi hem de ilk aynasıdır. Eğer o ayna kırılmışsa çocuk kendini hiçbir zaman net göremez. Parçalanmış bir anneden, bütün bir çocuk doğmaz.
Felsefi olarak bu ilişki bir varoluş paradoksudur. Anne, hayata anlam veren bir figür olması gerekirken hayatı karmaşık hale getiren bir düğüme dönüşür.
Çocuğun varoluşu, annenin eksikliği üzerine inşa edilir. Psikolojik olarak ise bu bir kimlik bunalımıdır.
Çocuk, kim olduğunu ve neye layık olduğunu sorgular durur. Sevgi mi hak ediyordur, yoksa sadece fedakârlık mı? Değerli mi hissediyordur, yoksa yalnızca yük mü?
Bir noktada, Gabor Maté’nin dediği gibi, çocuk büyüdüğünde geçmişine şöyle bir bakar ve fark eder: Anne tarafından “görülmemenin” yarattığı acı, yalnızca sevginin yokluğuyla değil, sevginin koşullara bağlanmasıyla ilgilidir. Sevgi almak için “iyi bir çocuk” olmak, sessiz kalmak, anneye duygusal destek sunmak gerekmiştir. Ve büyüdükçe bu kalıplar içimize işler; ilişkilerimizde, işimizde, hayatta sürekli olarak o “koşullu sevgi” anlaşmasını yeniden yaratırız.
Asıl iyileşme ise; bu mekanizmayı fark ettiğimizde başlar. Çünkü en derin travmalar, yalnızca başımıza gelenler değil, içimizde saklanıp kendi kendimizi nasıl gördüğümüzü şekillendiren hikâyelerdir.