YAŞAM 

6 ŞUBAT’A AĞIT

Yıkıldı yüreğimin yuvası, şehrim kendini ağlar. / Kıyameti ömrümün en karası, vurgun yedi köküm ağlar.

Travmanın ne olduğunu anlatmak kolay değil. Yaşananların yıkıcılığı bir yana, o yıkımın bıraktığı izler, tamamlanmamış hikâyeler, cevapsız sorular asıl yükü omuzlarımıza yüklüyor.

6 Şubat depremleri yalnızca yapıların değil, hatıraların, umutların ve insan onurunun da enkaz altında kaldığı bir felaketti.

O günden bu yana ne adalet yerini buldu ne kayıpların sesi duyuldu ne de yasımız tamamlanabildi. Yazılması gereken cümleler hâlâ havada asılı duruyor. Her şey olduğu gibi bırakıldı; taşlar yerinden oynadı ama hiçbir taş yerine konulmadı.

Bölgeye ilk gidişimde gördüğüm, yalnızca yıkılmış binalar değildi; her şeyin ortasında askıda kalmış hayatlar vardı. İnsanlar nefes alıyordu ama hayat denen şey çoktan çekip gitmişti.

Nasıl uçuş bulmuştum? Nasıl gitmiştim? Müthiş bir donma tepkisi veriyordu vücudum! Sanki felaketin ortasına değil de her zamanki gibi baba ocağına ziyarete gidiyordum Adana’ya. Zihnim böyle bir gidişi kabullenmiyordu.

Travma, yalnızca ölümün kendisi değildir. Travma, ölenin nasıl can verdiğini düşünüp bu düşüncenin ağırlığı altında ezilmektir. Ölümle bağ kurmak, ölenin yerine kendini koymaktır. Asıl travma, daha az kayıp yaşanabilecekken fazlasının göz göre göre elimizden kayıp gitmesine tanık olmaktır.

Bazı anlar vardır ki insan hayatta kaldığı için utanır. Hayatta kaldığı için suçlu hisseder. Sonrasında gelen günleri ve geceleri düşündüğümde yattığımız yataklara sığamadık. Çünkü hâlâ sarılabiliyor olmak, hâlâ nefes alıyor olmak bir yük gibi omuzlarımızda.

Oysa utanması gerekenlerin zerre kadar yüzlerinin kızarmadığı bir çaresizliğin içinde debelenip duruyorduk.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar