YAŞAM 

TÜRKÜLERİMİZLE BİZ

–Serdar Ali Hortoğlu için…

Seni düşünmek güzel şey/ seni düşünmek ümitli şey/ dünyanın en güzel sesinden/ en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…” – N. Hikmet

Geldin mi? Geç, otur başköşeye. Yanımıza erdin ya, Dost Meclisi’nin en kıymetlisi sensin gayri, bunu böyle bil.

Dostum, sen al bağlamanı, “Karahisar Kalesi”ni çal. Ah, kavalımı alıp bir çoban nefesiyle sana eşlik edebilsem! “Çatal çama kurşun atalım” bir de. Sen çal, ben de akordeonumu alayım. Nasıl da çıkmış aklımdan, doğru dürüst tutamam bile, benden pek hoşnut değildir, aralara sıkışır kalırım. “Her bir dertten âlâ, yaman ayrılık” demezsek olmaz; sonra “altın hızma mülayim”… Dur, bu türküler onsuz olmaz, tarımı alayım ben de. Sen bakma böyle dediğime, takılıyorum sana, bilirsin “tar’amam” ben! Sadece elimde tutsam sayılmaz mı?

En iyisi sen çal, söyle, biz senin peşinden gelelim ama daha çok susalım, dinleyelim. Ama illa ki o canım Rumeli türküleri de olsun, “bir fırtına tutsun bizi de deryaya karsın”, uzaktaki gölgeler taksınlar boyunlarına “davulları patlatıncaya çalsınlar”… Senin de burada, yanı başımızda sazın, sesin, nefesin çepeçevre sarsın, kuşatsın hepimizi.

* * *

Bir düş gördüm. Sonra uyandım, sürseydi, bitmeseydi dedim.

Kalabalık, karmakarışık bir meydan, belki bir pazar yeri. Giyitleri lime lime olmuş, kiri, pası üzerinden dökülen bir karanlık insan kalabalığı. Puslu bir dehlizin içine doğru akıyorlar. Karanlığı çoğaltıyorlar.

Kalabalığın ortasında bir kız beliriyor, onların tersine istikamette gidiyor. Üzerinde yel estikçe savrulup dalgalanan, göz kamaştıran sarı bir elbisesi var. Öyle uzun savruluyor ki gitgide büyüyor, çoğalıyor. Sarı giyidindeki pembeli, yeşilli, yer yer de çiçekli desenini döken küçük yamalar onu adeta bir masal kızı yapıyor.

Başından kayıp boynuna akmış mavi yazmasındaki mor menekşeler ışılıyor. Karadan sarıya akan rengârenk saçlarının telleri savruluyor, yüzünü perdeliyor. Bunu buradan, yamacın tepesindeki kaleden, duldasına sindiğim burçlardan görebiliyorum. O mavi yazmayı ne de güzel nakşetmişler, menevişlemişler.

Bir yıkılmaz umut gibi akıyor o kara dalganın ortasından, karanlığı yarıp ilerliyor, yürek atımlarının ahengine ezgilerini katıyor, türküler söylüyor. Tek başına koskocaman bir türkü dalgası oluyor. Karanlık kütlenin içinde dolanıyor ezgileri, karanlığa ışık salıyor. Geçtiği yerlerin rengini ağartıyor. Ezgilerine ben de katılıyorum, mırıldanıyorum, onunla birlikte karanlıkta aydınlık bir yol açıyorum.

Masal kızı ırayıp gidiyor. Ardında ezgileri kalıyor.

Düşten uyanınca mor menekşeli mavi yazmalı masal kızının ezgilerini arandım, Telleri titretip çalınan, dost meclislerinde birlikte söylediğimiz türkülerimizi buldum. Düşümdeki o masal kızı, etrafını değiştiren, dönüştüren, çevresine neşe katan türkülerimiz olmalı diye düşündüm. Zihnimde asılı kalan bizim oralardan bir bozlak dönendi bir yandan: “Batınım sen oldun zahirim sensin/ evvelim sen oldun ahirim sensin…

Bizim dost meclislerimizin masal kahramanı, bizi derdimizden, tasamızdan alıp sazının telleriyle titretendir; gönül adamımız, “gam götüren”, kahır alanımızdır.

* * *

Biz, hepimiz bir düş, bir söylence olmuşuz… “Üç kız bir ana yaylasından inmiş”, yanımıza gelmiş. “Şişli Meydanı’ndan üç kız” da yekinmiş, yamacımıza ermiş… Bütün kadim medeniyetlerin kutsadığı güneş çoktan dört mevsim yedi iklim tüm coğrafyayı kuşatmış. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”, tutunun birbirinize çıkıp yücesine seyran edelim, avuçlarımızı açıp “güneş toplayalım”, “dağları bürüyüp sarartmış sarıçiçeği” heybelerimize derelim.

Dün gibi hatırımızda değil midir, biz buralara ilk “geldiğimizde otlar yemyeşildi ve kuzeydeydi güneş”.  Üşüdük, katbekat sarındık, nasıl olsa bu da geçer; “ne de olsa kışın sonu bahardır” dedik, sonunda mevsimi devirdik. Bak işte kendiliğinden “gelmiş bahar, geçmiş yazlar”.

Uzaktan seyran eder, hayran bakarız; sevdiceğimiz salınarak gelir, “o gelirken bütün yazı yaban gül olur”.  Gözlerimizle severiz, sözümüzle okşarız, şarkımızla sararız. Böyle uzak, böyle sakınarak kim bilir “kaç leylim baharı” seyrine dalıp geçiririz.

Bizim hülyalı bakışımızın menzilinde kim bilir daha kaç sevilesi yâr salınarak geçer, gider? Değme; varsın, geçsin!

Seslenelim, “meylimizi düşürdüğümüz üç güzel” de gelsin yanımıza, isyan türkülerimizi söyleyelim. En sonunda mutlaka marşlarımızı da haykıralım, nerede olursak olalım: “Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez; yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde”! Çocuksu bir coşkuya kapılalım, kendimizden geçelim: “Dokuz altı yollarında, bir zincir boğazımda; sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam… Ayda yılda bir kaçamak, kaçsak bile yaşama bak; dokuz altı yollarında gülmek yasak…

Karlı kayın ormanı” yukarı memleketlerin birinde midir? “Kızıldere” kuzeyimizde midir? Ya güneşin doğmadığı “Nurhak’a” ulaşmak için yiğit delikanlılar gün doğana mı, yoksa gün aşana mı gider? Hayat yanı başımızda çağıldayıp akarken bu olmaz olasıca “ölüm, hep bize mi düşer”?

Ne ağlarsın be hey gardaş, güneş gebe ellerime?” Boş ver, öz ağlamazsa, göz ağlamazmış. Sen “söyle dinlesin canlar” ya da sen çal, biz söyleyelim hep bir ağızdan, dostumuz da duysun, “eloğlu da”. Söyleyelim, cümle kavim kardeşlerimizle, yanımıza “İnce Memed” de gelsin, “Cemo” da, varsa başımız üstünde “konuklarımız” da… Sevdaya, hayata, kavgaya, isyana dair söyleyelim; “derdimize dertleri katalım”, derinden, içten çığıralım sevenlerin türküsünü, “beyaz gelinliğe” bürünmüş memlekete hasret kalanların türküsünü, “Akdeniz yakasından Aydın ellerine” göçelim, Bedreddin olalım.

Zaman aktı, zaman geçti… Haydi, önce “Çav Bella” diyerek enternasyonal bir selam çakalım, sonra içimizdeki dinmeyen ateşi “böyledir bizim sevdamız” diye tarif edelim.

Ya işte böyleyken böyle, bizim hep güzel kalacak dostlarımız. Kimimiz oracıkta derin ve bitimsiz “uyurken”, üzerindeki sarı giyidi dalgalanan türküler, “kılamlar” elindeki menevişli yazmasını şöyle bir dolandırır, yanına cümle kavim gardaşı alır, yeri sarsarcasına halaya durur. Ne kadar mesafe olursa olsun, yattığı yerdekiler bile şöyle bir titrer, kendi vakitsiz gidişlerine hayıflanır!

Çekip “gidenler” zihnimizin çeperlerinde konaklayadursun, bize düşen onlarla birlikte söylediğimiz türkülerimizi, şimdi artlarından hiç olmadığı kadar içli, hiç olmadığı kadar coşkulu “söylemektir”.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar