EDEBİYAT 

ENVER GÖKÇE (1) / ‘BİZ OLMASAK GÜZEL DEĞİLDİR GÖKYÜZÜ’

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,/ biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;/ biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;/ biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,/ ayın on beşi;/ biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi,/ yani bizsiz/ anne dizi, kardeş dizi, yâr dizi/ güzel değildir.” – Enver Gökçe

Az önce dağılan dost meclisinin başkonuklarından biridir o. En mahrem sıkıntılarınızı bile yüksünmeden anlatabileceğiniz bir sırdaşınız. Sizi, sizden daha iyi tanıyan ve anlatandır. Halkının iyiliğine olduğunu düşündüğü ideallerinin yılmaz savunucusu, sadık bir savaşçısıdır. O, ‘siz’dir!

1920’de, Erzincan-Kemaliye’nin Çit köyünde, Kurtuluş Savaşı’nın içinde doğar. Dokuz yaşındayken ailesi ile birlikte, kış mevsiminin de ağırlaştırdığı şartlarda, zorlu bir yolculukla Ankara’ya “ulaşırlar”. O zamanlar Ankara’nın nüfusu henüz 15 bin kadar; Samanpazarı ve Kale civarlarından ibaret bir küçük kasaba görünümünde. Gecikmiş olan eğitimine 1929 yılında özel bir okulda başlar ve 1939 yılında da liseden mezun olur.

Bazı öğretmenlerinin etkisiyle merak saldığı edebiyat, zamanla sevgiye dönüşür ve bu sevginin etkisiyle DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yükseköğrenimini yapar. Üniversite yılları, onun devrimci fikirlere yöneldiği yıllardır. Halkevi’nin yayınladığı ‘Ülkü’ adlı dergide düzeltmenlik görevini yaptığı bu dönemde, Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer gibi edebiyatçılarla tanışma fırsatını elde eder. Sohbet ortamlarında yer alır. Arif Damar, Ceyhun Atuf Kansu, Niyazi Akıncıoğlu ve Mehmet Kemal gibi edebiyat adamları ile yakın dostluklar, arkadaşlıklar kurar. Böylece, aslında onun yaşamının ekseni belirlenmiş olur: Edebiyat.

Üniversite öğrenimi, sadece öğrenimden ibaret değildir; aynı zamanda yaşama dair atılan adımların ayak izlerini de barındırmaktadır. “Belirli hocalar dışındaki hocalarla ilişkimiz her şeyden önce bir talebe-hoca münasebetinin dışına çıkmazdı. Yani siyasi bakımdan yahut diğer yönlerden herhangi bir fikir alış-verişinde bulunmak olmazdı. Yalnız devrimci hocalarımızdan, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes’le aramız gayet iyiydi.

Enver Gökçe’nin 1940’lı yılların ilk dönemlerinde, divan edebiyatına bir ilgisi vardı. Bu, sıradan bir meraktan ileri giderek aruzun derinlerine inmesine yol açıyordu. Esasında, divan edebiyatının o ağır, o ağdalı anlatımı değildir onun ilgisini çeken. Nef’i’den, Baki’den ve Fuzuli’den sıyrılıp Nedim’e ulaşmıştı: “…Nedim, tepeden tırnağa İstanbul. Nedim hovarda adam. Sevgisinde insan, üzüntüsünde de. Üstelik İstanbul Türkçesini çok iyi biliyor. Halk şiirine de yakınlığı olmalı. ‘Bildiğini elden koma’ diyor. ‘Ay aydın hesap belli’ diyor. ‘Tepeden tırnağa dek’ diyor. ‘Baş üzre yerin var’ diyor. ‘Gönlü su gibi aktı’ diyor. Onun, ‘Serimde gene bir dağ-ı heves, bağrımda başım var’ diye şiire girmesi bana hep Yunus’u hatırlatmıştır. Nedim’e bayılıyoruz. O vakit ‘Nedim divanı’ daha yeni yazı ile yayımlanmamış. Eski yazı ile olanları da ele geçirmek zor. Bulunsa bile ateş pahası. Ben tutup ‘Nedim divanı’nı baştan sona yeni yazıya çekiyorum. Koca bir dosya oluyor. Enver’le Nedim divanını ezberliyor, bir zaman Nedim’in dilinden konuşuyoruz…” (Başgöz)

Divan şiirinin bu etkisi Enver Gökçe’de kolay sezilmez. Ancak bilenler ve dikkatli gözlerle bakanlar, bu şiirin ses ve söz dünyasını tanıyanlar sezebilir bu etkiyi. Enver Gökçe’deki, “evvel madde, ahir fikir”, “ben berceste mısraı buldum” dizeleri, divan şiirinin yansımasıdır; hatta divan şiirinin sözcükleridir. Sonuç olarak divan şiirinin, Enver Gökçe’nin şiirlerinde dikkati çeken, şiir yüklü sözcükleri bulmada çok yardımı olmuştur.

1945 yılında üniversite hocası Abdülbaki Gölpınarlı’nın yayınladığı divan şiirini yeren kitabı, onu da çok etkiler ve bu şiire karşı olan ilgisinin yok olmasına neden olur.

1945 yılında bir grup arkadaşıyla beraber ‘Ant’ adında bir edebiyat dergisi çıkarmaya başlarlar. On sayı yayınlanır bu dergi. “Toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençler”diler. ‘Ant’ dergisi etrafında yapılan çalışmalar, onun halk edebiyatına yakınlaşmasını, edebiyata bakış açısının biçimlenmesinin önünü de açar. Türk edebiyatında, o dönemlerde özellikle Orhan Veli etrafında toparlanmış bulunan Garipçiler etkisini göstermekteydi. Enver Gökçe, bu dönemlerdeki tavrını şu şekilde anlatır: “O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı, diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir ki o devrede bu şairlerin (Garipçilerin – bn) yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun ve güzelin yanında olmuşlardır.

Onun tarzında, insanın burnunun direğini sızlatacak denli keskin kokan, halk edebiyatının izlerini taşıyan tavrı, kaynağını bulur ve oradan beslenmeye başlar: “Yine bu devrede ünlü halk ozanları Âşık Ali İzzet, Âşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az-çok ilgilendim ve temaslar kurdum.

Halk ozanlarının ortak özellikleri olan saz-söz ayrılmazlığı, klasik Doğu edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idealizm eğilimi ve bu eğilimin halk şiirinde işlenen soyut özelliği, halk ozanlarının sanatında egemen unsurlardır. Halk ozanları, doğayı kavrayışı ve duyuşu, dinsel bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları ve dinsel kökenli yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlıdır. Enver Gökçe, halk ozanlığının yapı taşı olan bu niteliklerin söyleminden faydalanmış, tinsel yönü ihmal etmiştir. “Enver’in sanatında halk şiirinin etkisi doğrudan olmadı. Araya Sabahattin Ali’nin küçük ama içli koşmaları girdi. Enver bu koşmaları çok sevdi. Gördü ki çağdaş bir yazarın dilinde koşma, diyelim hapishane duygularını yolunca anlatmada işe yarıyor. İlk koşmalarını Enver bunun üzerine yazdı. Bunlar köy insanının fukaralığını, çaresizliğini yansıtan kısa şiirlerdi. (…) Ama bu koşma taklitçiliğinden Enver tez sıyrıldı. Sonra yazdığı şiirlerde, bu ilk denemelerinden imgeler, söz kalıpları yer alacaktır. Enver koşmayı terk eyledi ama halk türküsünün yalın anlatımını ve arı Türkçesini bulmuştu bir kez. Bu kaynağı, sanatında sonuna kadar kullandı. Bitirme tezini Eğin türkülerine ayırdı. Zaten o yıllarda Dil Tarih’in koridorlarında başka bir güçlü şiir dalgası esmeye başlamıştı. Bursa Hapishanesinden geliyordu. Nâzım Hikmet ilk şiirlerindeki soyut, ideolojik havayı bırakmış, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’na eğilmişti. Her gelen şiirini ezber ediyor, dikkatle kopya ederek saklıyorduk. Divan şiirinin servi boylu güzelleri, bizim dilimizde de yerini, ‘Arap kısrağının üstünde taze, yeşil servi gibi, ince uzun duran’ yiğitlere bıraktılar. Nâzım’ın şiiri Enver’i şaşırttı. Yaptığı işe güvenini sarstı. Uzun zaman şiir yazmadı Enver. ‘Usta her şeyin iyisini söylemiş, başka ne yazılır artık?’ diyordu.” (Başgöz)

Bu, Enver Gökçe’nin bocalama dönemidir; kendi içine döndüğü, kendini sorguladığı dönem. Onun bu bunalımlı döneminin sona ermesini sağlayan etmen, Dede Korkut masallarıdır. “Dede Korkut’u Enver o vakit okudu. Sanatçı sezisi ile hemen ondaki yinelemenin, iç uyakların, arı Türkçe’nin ve bir destan soluğu içinde verilen yalın insan duygularının tadına vardı. Yeniden şiir yazmaya koyuldu.” (Başgöz)

Sonuç olarak bakıldığında, Enver Gökçe’nin şiiri bir tür bileşimdir. Bu bileşimin unsurları olan halk şiiri, divan şiiri, Nâzım Hikmet şiiri ve sonunda Dede Korkut arasındaki yolculuğunu 1945’lere gelmeden önce tamamlamıştı. Uzun bir süreyi kapsayan ‘şiir yükü yoğun sözcükler’ seçme işi ve bunları kendi süzgecinden geçirerek tarz oluşturması, sonunda bu etkilerin hepsinin izlerini taşır. Yaklaşık 10 yıl süren bu dönem, onun en değerli ve en verimli dönemidir.

Esasında, o dönem şairlerinden Ahmed Arif ve Niyazi Akıncıoğlu ile birlikte Enver Gökçe, diğer toplumcu şairlerden yapıtları ile ayrılıyorlardı. Diğerleri imgesiz şiirler yazmayı seçiyor, ufuklarını Nâzım Hikmet ile sınırlıyorlardı. Oysa bu üç şair, yerel ögeler ağırlıklı olarak yazdıkları şiirleriyle ama birbirlerinden farklı kaynaklardan da etkilenerek söyleyişleri ve şiir kurguları itibariyle de ayrılıyorlardı. Daha özgün ve daha renkli bir şiir kurgusuna sahiptiler. Gökçe de geldiği yörenin dil kullanımından yararlanarak ve şiire açılımlar sağlayarak Nâzım’ın biçimsel etkilerine kapılmadan kendi şiirini kuruyordu.

Ben’ diye başlayıp ‘biz’e ulaşmıştı. ‘Memleketimin Şarkıları’nda yöre insanının (Erzincan ve civarı) gurbetlere uzanan yaşamını dile getirir:

Ben Küçük Yusuf’um Çit köyünden/ çapak çapak ela gözlerim./ Kıl keçim kısır, annemin memesi yara/ benim saçlarım belik belik/ bıyıklarım burma burma/ gözlerim kara kıyma renginde ama/ Erzincan oynamış, ağlamışım/ ırgatlık etmişim el kapısında/ dolu vurmuş bahçeleri/ çekirge inmiş tarlalarıma…

DİZİNİN TÜM KAYNAKÇASI:

1– Enver GÖKÇE, Yaşamı ve Bütün Şiirleri (1981), (Kendi kaleminden yaşam öyküsü, Ankara, 1977-1980)

2– http://www.siir.gen.tr/siir/biyografi/enver_gokce.htm

3– İlhan BAŞGÖZ, Enver Gökçe ile Bir Nice Yıl, İmece, Sayı: 7 / Ocak 1999 http://web.archive.org/web/20010822204450/imece.org/arsiv/enver.html

4– İlhami SOYSAL, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, 3. Bası / 1998, Bilgi Yayınevi, Ankara

5– Enver GÖKÇE, Âşık Veysel Üzerine, Yaba Yazın Dergisi, Temmuz 1982: 23 http://www.alewiten.com/edebiyatozanlar2701041.htm

6– Tahir ABACI, Varlık Dergisi, Temmuz 2000

7– Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık

8– Mehmet Ergün, Enver Gökçe Şiiri (Dost Dost İlle Kavga, İstanbul, 1977)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar