YAŞAM 

‘YAŞAMAK BİZE KALANDIR HÂLÂ’

Macar şair Lajos Kassák’ın “Yaşamak ve güneş belleksiz/ iç içe gökle, uzak hasret artığına sürgün;/ yaşamak bize kalandır hâlâ/ parmaklarımız çoktan buza tutuklu” dizelerini okuyorum bir pazar öğleden sonrasında. Koronavirüs günlerinin elbet bir gün biteceği umudu dört bir yanımızı sarmış olsa da, yine de kaygı duyuyoruz gelecekten.

‘DARMADAĞIN OLMUŞ BİZLER; SABIRSIZ VE SIKINTILI’

Gelmeyen Ziyaretçi’ şiirinde “Akşam geçip gitti ve neredeyse kayboldu ayın yüzü/ Yazık! İkinci akşam da birinciye eklenmek üzere” diyen Iraklı şair Nazik el-Melaike gibi bekliyoruz bugünlerin geçmesini.

Nazik el-Melaike, şiirinin devamında şunları söylüyor:

İşte, gözlerinin önünde sona eriyor mutluluk./ Sen gelmedin ve yitirdik seni./ Öteki dileklerimizle birlikte./ Sen yoksun, yerin boş kaldı./ Darmadağın olmuş bizler,/ soluğumuzu kesip,/ sabırsız ve sıkıntılı,/ sorup durduk gelmeyen ziyaretçiyi.

Ama biz, geleceğini biliyoruz. O kadar da umutsuz sayılmayız.

‘KOLUNU UZATIRSIN, DUVAR; BAŞINI KALDIRIRSIN, TAVAN’

Koronavirüs ölümleri canımızı çok acıtıyor. En yakınımızdakilerin Covid-19’a yenik düştüğünü öğrenmek kahrediyor bizleri. Elden de bir şey gelmiyor.

Koronavirüsün mutasyona uğrayarak yüzde 70 daha bulaştırıcı olduğu haberlerini okuyoruz. Covid-19 günleri Covid-20 günlerine mi evriliyor?

Hafta sonu sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte evlerde olmayı sürdürüyoruz bir müddet daha. Dört duvar arasına hapsolmuş durumdayız.

Bulgar şair Georgi Cagarov’un “Kolunu uzatırsın; duvar./ Başını kaldırırsın; tavan./ Ve engin kırlar az ötende/ derin nehirler/ dağ dizileri/ kanat sesleri gökte” dediği bir vaziyetteyiz.

Umutsuzluk mu? Ona yer yok ajandamızda.

‘DONATACAĞIZ BU KENTİ; FIRINLARDAN TÜTEN DUMANLA’

O halde, Karadağlı şair Duşan Kostiç gibi, yüreğimizi açmalıyız yarınlara:

Yeryüzü bin bir çeşit görüntüsüyle/ allak bullak edecek bizi./ Ve unutulmuş olan her şey/ uyanacak yeniden yüreğimizde./ O zaman donatacağız bu kenti/ kendi kentimizin güzellikleriyle./ Kavak ağacıyla/ bir yalnız bulutla/ tanıdık bir pencereyle/ ve fırınlardan tüten dumanla.

Ve şöyle demeliyiz:

Gelin/ tüm uzak göklere/ gözlerimizi/ dağıtalım/ cimrilik etmeden/ gönül erinciyle.

MUTLU YUNUSLAR, ARILAR VE SERÇELER

Yazacak belki de çok şey vardır. Ama ben yazamıyorum. Bir pazar günü, öylece, balkondan boş sokaklara bakıyorum. Benim yerime şiirler dile getirsin istiyorum içimizdekileri, onlara sığınmışım.

Polonyalı şair Czeslaw Milosz, “dünyanın sonu” üzerine bir türkü tutturmuş, onu dinliyorum:

Dünyanın sonu geldiği gün,/ bir arı döneniyor bir yonca üzerinde./ Bir balıkçı ışıyan ağını onarıyor./ Mutlu yunuslar sıçrıyorlar denizde./ Yağmur oluklarının yanında serçeler oynaşıyor./ Ve yılan altın derili, her zaman olması gerektiği gibi.

‘SOKAKTA ZERZEVATÇILARIN SESLERİ’

Czeslaw Milosz’un dizeleri şöyle devam ediyor:

Dünyanın sonu geldiği gün,/ kırlarda dolaşıyor şemsiyeli kadınlar./ Bir sarhoş uykuya dalmak üzere çimenlerin üstünde./ Sokakta zerzevatçıların sesleri,/ ve sarı yelkenli bir tekne adaya yaklaşıyor./ Bir keman sesi yükseliyor boşlukta./ Ve yıldızlı bir geceye yönelip uzaklaşıyor.

‘KİMSE İNANMIYOR DÜNYANIN SONUNUN GELDİĞİNE’

Ve kimse şairi de, bizi de dünyanın sonunun geldiğine inandıramıyor, inandıramaz:

Şimşek ve gök gürültüsü bekleyenler,/ düş kırıklığına uğruyorlar./ İnanmıyorlar şu anda dünyanın sonunun geldiğine./ Güneş ve ay gökyüzünde durdukça,/ arılar kondukça güllerin üzerine,/ analar pembe bebekler doğurdukça,/ kimse inanmıyor şu anda dünyanın sonunun geldiğine.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar