UMUT SICAĞI ARAYIŞIMIZ HİÇ BİTMEYECEK
-ADANA-
Kasım, takviminde vaktini tüketmekte; aralık, bir akşam gibi üstümüze çökmekte…
Üşüyoruz.
Buz kesiyoruz.
Kış erken mi geldi; yoksa artık erken gelecek kışların bir başlangıcı mıydı bu kasım soğukları?
Henüz tam yaşanmamışken pastırma yazlarının sonu muydu bu tir tir titreyişler?
Havaların bir anda ısınması, havaların bir anda soğuması hangi hayrın alametiydi?
Hangi iklimsel dengesizliğin bir dışavurumuydu bu hem üşüyüşler hem terleyişler?
* * *
Toroslara yağan karın Çukurova’yı üşüttüğü bugünlerde, ülkenin diğer iklimlerindeki kara kış günlerinde o şehirler, o şehirlerdeki insanlar ne yapıyorlardı?
Hangi umudun sıcağına tutunuyorlardı da biraz olsun yürekleri ısınıyordu?
Biz Seyhan Irmağı’nın kıyısında titrerken buz tutmuş su birikintilerinde kaskatı kesilen o soğuk yüzler nasıl gülümsüyordu?
Daha kasım bitmeden donmuş ruhlarımız aralıkta, ocakta, şubatta hangi fiziksel değişimlere gebeydi?
Aklımızda hep aynı sorular:
Nasıl geçecekti bu kış, iklimimizde?
Nasıl uyanmaya başlayacaktı doğa, cemreler cemresi baharlar geldiğinde?
Ve nasıl bitecekti bizim bu içsel çilemiz?
* * *
Bu kara kış günlerimizde umut battaniyelerine daha çok ihtiyaç duyacağız.
O battaniyeler, an gelecek, sıcak bir şiir dizesi olacak, sarıp sarmalayacak bizi; an gelecek, ılıman bir türkü gibi yüreğimizde tütsülenecek.
İşte o vakit, kalbimizin buz tutmuş kapakçıkları aralanmaya başlayacak ve ruhumuz o sıcak şiiri, o ılık türküyü içeri buyur edecek.
İçimiz; hüzünlü olsa da hep bir “umut arayışı”, hep bir “geçmişten geleceğe umut haykırışı” heyecanında olacak:
“Irmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden/ yağmur, bir dua gibi geçerdi pencerelerden/ yetim insan, toprağın vicdanıyla doyardı/ gözyaşlarının gücü vardı eskiden.”
“Karlı kayın ormanında/ yürüyorum geceleyin/ efkârlıyım, efkârlıyım/ elini ver, nerede elin? // Ay ışığı renginde kar/ keçe çizmelerim ağır/ içimde çalınan ıslık/ beni nereye çağırır? // Memleket mi, yıldızlar mı/ gençliğim mi daha uzak?/ Kayınların arasından/ bir pencere, sarı, sıcak.”
* * *
Kasım, takviminde vaktini tüketirken ve aralık, bir akşam gibi üstümüze çökerken yazılan bu yazı, kaskatı kesilmiş parmaklarıma da iyi gelecek mi?
İyi gelecek mi umutlu bekleyişlerimiz yarınlarımıza?
İyi gelecek mi yüreğimize değen umut sıcağı?
İnsanın insana bir sıcacık bakışı, bir yüreğin bir yüreğe sıcacık dokunuşu?
İyi gelecek mi?
Gelecektir elbette!
Çok iyi gelecektir.
Şiir gibi, türkü gibi tüm üşümüşlere bir “yazı” aralığından ılıman iklimini getirecektir bir müddet.
Peki, ya sonra?
Kışın gelişi engellenemeyecektir.
* * *
Dağlarına yağan her karın ovayı üşüttüğü iklimimizde kışı nasıl geçireceğimizi düşünürken ve içimizi ısıtacağını umduğumuz şiirlerle avuturken kendimizi öylesine; bir avuntu türküsünü de yaşayamadığımız o pastırma yazı için tutturmuşuzdur:
“Eğer pastırma yazındaysanız hayatın, iki adım gerisi yazdır, üç adım ötesi kış… Yaz yorgunu yüreğiniz; sonbahar sızlanmalarına başlamadan, son uçurtmaların ipine tutunup salınmak ve çocuksuluğuyla avunmak ister… Güneş, nüfus kâğıdına aldırmadan seven bir âşık gibi takvime bakmaksızın salar saçlarını erken inen akşamlara… Ufuktaki bulutları sezenler, güneşin kıymetini daha iyi bilirler… O yüzden ilkbahardan daha kıymetlidir pastırma yazı…”