SONSUZLUĞUN GÜVERTESİNDE, BİR TATLI HÜZÜNLE…
-ADANA-
Portekizli şair Fernando Pessoa gibiyiz bir haziran sabahında. İçimizde akşamdan kalma bir hüzün, dilimizde gecenin bir vaktinde yarım bıraktığımız şiirlerin sancılı dizeleri ve yanı başımızda şairlerinin o telaşlı halleri…
Sabahın erken saatlerinde ıssızlığın rıhtımında, kimsesiz, kumsalın kıyısından belirsizliğe bakıyoruz. Birazdan sonsuzluğun güvertesine binip belki bir mavi geleceğe doğru yelken açacağız.
Fernando Pessoa’nın sözcükleri, limana yaklaşmakta olan bir vapurun uyandırdığı heyecanı anlatıyor bize; tam o vakit, denizcilere özgü bir canlanma başlıyor, yelkenler açılıyor, çatanalar yaklaşıyor:
“Rıhtıma bağlı gemilerin gerisinde motorlar gidip geliyor/ hafif bir rüzgâr çıkıyor./ Ama ruhumun gördüklerimle,/ limana giren vapurla ilgisi yok./ Çünkü o; uzaklıkla, sabahla,/ bu anın denizle kaynaşan özüyle,/ içimde bir bulantı gibi kabaran tatlı hüzünle,/ düşsel bir deniz tutmasının başlamasıyla birlikte.”
BİR DÜMEN YAVAŞÇA DÖNMEYE BAŞLIYOR İÇİMİZDE
Şimdi ruhumuzun olanca özgürlüğüyle bakmak istiyoruz uzaktaki o vapura. Ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimizde. Sabahları gözümüzün önünde kumsala doğru yaklaşan gemiler, varışların ve kalkışların acı ve tatlı gizini birlikte getiriyorlar bize; uzak rıhtımların ve başka zamanların, başka limanlardaki benzer insanların anılarını getiriyorlar.
Gemilerin bu gelişleri, bütün bu demir alışlar – ki bunu kendi kanımızın akışında hissediyoruz… Bilinç dışı simgeler, korkunç doğaüstü imalar bir zamanlar biz olan o insanları yeniden diriltmeye çalışıyorlar.
Bütün rıhtım taştan bir özlem kesiliyor o vakit. Ve gemi rıhtımdan ayrılıp gemiyle rıhtım arasında bir boşluk olduğu birden ortaya çıkınca yeni bir ürperti beliriyor içimizde. Doğan günün çarptığı ilk cam gibi, kaygılarımızın güneşinde ışıyan, karanlık duygularla yoğun bir sis sabahın serinliğinde ruhumuza işliyor.
Fernando Pessoa gibi, sorular soruyoruz sürekli:
“Kim bilir, kim?/ Bir zamanlar, daha ben, ‘ben’ olmadan önce, benim de/ böyle bir limandan yola çıkıp çıkmadığımı, gün doğarken?/ Güneşin eğik ışınları altında, bir gemiyle/ bir başka limandan ayrılıp ayrılmadığımı?/ Kim bilebilir, şimdi gördüğüm gibi/ benim için vaktinden önce aydınlanmış,/ tıpkı böyle, zamanın ve uzamın ötesinde,/ yarı uyuyan koca bir kentin,/ mantar gibi büyüyen felçli bir ticaret limanının/ üç-beş kişi toplanmış rıhtımını geride bırakıp bırakmadığımı?”
GEMİLERİN DENİZLE KARIŞIK O YAĞLI MADENİ KOKUSU
Ah o uzak kıyılar, uzaktan görünen rıhtımlar… Sonra yaklaşan kıyılar, yakından görünen rıhtımlar…
Uzak adaların nice engin denizlerinden geçerken geride bıraktığımız o uzak adaların kıyılarında, gemi yaklaştıkça evleri ve insanları büyüyüp belirginleşen o limanlarda boğazımıza bir saçma hıçkırık takılıyor.
Fernando Pessoa, “Gecenin uyuşukluğu hâlâ sürüyor çıkan meltemde./ Yavaş yavaş hızlanıyor içimdeki volan./ Ve gemi, ben uzaktan yaklaştığını gördüğüm için değil,/ girmesi gerektiği için giriyor limana” diye not düşüyor seyir defterine.
Gemiler kıyıya yaklaşıyor. Gemiler limandan ayrılıyor. Gemiler uzaktan geçiyor. Sanki kimsesiz bir kıyıdan seyrediyoruz onları. Bütün bu –nerdeyse– soyut gemiler seyir halindeyken, gidip gelen gemiler değil de, başka şeylermiş gibi duygulandırıyorlar bizi.
Gemiler, o yüksek demir duvarlar; içerden kamaralara, salonlara, özel odalara bakarken, uçları göğe doğru yükselen direkleri seyredip halatların arasında sıçrarken, daracık merdivenlerden inerken denizle karışık o yağlı madeni kokusunu solutuyor bize.
Fernando Pessoa, devam ediyor not düşmeye:
“Kanıma girer denizin bütün bu ince ayartıcılığı/ ve düşünü kurarım o anlatılmaz yolculukların./ Ah o uzak kıyılar, ufukta alçalan!/ Ah o burunlar, adalar, o kumsal kıyılar!/ Denize özgü o yalnızlıklar, hani bazen Pasifik’te, nasılsa okuldan kalma bir bilgiyle/ bunun en büyük okyanus olduğu düşüncesi sinirlerimizi bozar./ Ve dünya da, her şeyin tadı da kupkuru bir çöle döner içimizde!/ Atlas Okyanusu’nun daha insanca, daha yumuşak uzanışı!/ Denizlerin en gizemlisi, Hint Okyanusu!”
ÖZLEMİNİ ÇEKTİĞİMİZ MAVİLİKLER
Haziran sabahında, yazın başlangıcında, Akdeniz ikliminin ruhumuzu şenlendirdiği coğrafyalarda Portekizli şairin rotasını takip ediyoruz. Issızlığın rıhtımında, sonsuzluğun güvertesindeyiz. Şair bizi, özlemini çektiğimiz maviliklere götürüyor. İçimizdeki akşamdan kalma hüzünler artık dağılsın istiyoruz.
Fernando Pessoa, deniz övgüsünü şöyle bitiriyor:
“Ey tatlı Akdeniz, kıyı bahçelerindeki beyaz heykellerin/ geniş caddelerine vuran dalgaları seyrettiği gizemsiz, bildik deniz!/ Bütün denizler, boğazlar, körfezler,/ bağrıma basmak isterdim hepinizi, kollarıma almak ve ölmek!”