EDEBİYAT YAŞAM 

‘SENİ ÖYLESİNE DÜŞLEDİM Kİ YİTİRDİM GERÇEKLİĞİNİ…’

Şair, yıllar önce bir nisan akşamında kentin sokaklarında yürüyordu yalnız başına. Kent hüzünlüydü, nisan hüzünlüydü, şair hüzünlüydü. Rüzgârın çıktığı saatlerde sokaklar bomboştu. Kaldırımlar yalnız, şair yalnız, şairin sevdiği kadın yalnızdı.

Şair, notlar düştü defterine; üşüyordu, eli titreye titreye yazdı:

Sonsuz korkular öğretti aslında bu kent sana. Yaşamı da, sevgiyi de, hüznü de… Kalabalık caddeler tir tir titretti seni bir ilkbahar akşamında. Umursamazlığı öğretti bu kent sana. Yirmili yaşlarının coşkusuyla içinde gizlice saklanan bir düşünce, çocuk gözlerindeki yas bulutu ve daha sonra aşkı öğretti.

Şairin dizeleri birikti, düşleri birikti.

* * *

Şair yine yıllar önce, buralardan uzak coğrafyalarda sessizlik ve ıssızlık içinde düşlerini topluyordu şiirleriyle birlikte. Yine bir bahar akşamında nisanın hüznü vardı kentin caddelerinde, nisanın düşleri. Bir şehir vardı çok uzakta, bir şehrin hikâyesi vardı. Yıkık bir şehrin hikâyesi, ıslak bir şehrin hikâyesi vardı. Yalnızlık vardı, yalnızlık! Korku vardı! Çığlık vardı! Gözyaşı vardı!

Yağmurlu geceler sisli bulvarlarla buluştu o akşam. Sevgililer ayrıldı, sevgililer yeniden kavuştu. Şarkıda olduğu gibi “caddelerde rüzgâr” vardı o akşam; “akıllarda aşk”, sözcüklerde nisanın ta kendisi. Sokak lambalarının her birinde ise ayrı bir aşk hikâyesi…

Şair, sevdiği kadın için şu notları düştü geceye; düşler, gerçeği artık çoktan geçmişti:

Fotoğrafların, duvardaki resimlerin yerlerini değiştirirken bir an gözlerinin içindeki pırıltıyı yakaladım. Sevecen, tutkulu! Ne kadar da benziyorduk birbirimize! Bir rüzgâr yıkamada bizi, lodos nasıl da esiyor. Pencereleri açtım, soğuk bir esinti girdi. İşte, tam o sırada başladı yağmur. İnan, içeri portakal çiçeği ve toprak kokusu girdi. Seni uyandıracaktım, vazgeçtim. Çünkü çok güzel uyuyordun. Kıyamadım!

* * *

Şairin düşleri geçmişle gelecek arasında gidip geldi sürekli. Geçmiş günlerin nisanında gözyaşlarıyla ördüğü ‘Sevgi Duvarı’ şiiri, belki de bugün ve yarınların tutkulu sevdalarının bir tezahürü olacaktı:

Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa?/ Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi/ dilimizde akşamdan kalma bir küfür/ salonlar, piyasalar, sanat sevicileri!/ Derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni/ yakanda bir amonyak çiçeği/ yalnızlığım benim, sidikli kontesim/ ne kadar rezil olursak o kadar iyi.

Baktım gökte bir kırmızı bir uçak/ bol çelik bol yıldız bol insan/ bir gece sevgi duvarını aştık/ düştüğüm yer öyle açık seçik ki/ başucumda bir sen varsın, bir de evren/ saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi/ yalnızlığım benim, çoğul türkülerim/ ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.

Şairin düşleri bitmeyecekti elbette; not defterine yazmayı sürdürdü:

Yağmur soğuğunu rüzgârla yaşayan bir kentte, kanını saracak bir sıcaklık aradın sen hep! Meydanların bomboş uzandığı batan gün altında koluna girip yürüdüğüm günleri düşündüm. Dışarıda portakal çiçeği ve toprak kokusu vardı o zaman da. Sabah uyandığımda ise, sen yine salondaki fotoğrafları değiştiriyordun. Pencereyi açtın, içeriye portakal çiçeği ve toprak kokusu girsin diye. Kalabalık caddeler, boş meydanlar… Tümcelerin tuzaklarında, günün yaş döktüğü saatleri arıyorum. Robert Desnos’un ‘Saint-Martin Sokağı Şarkısı’nı senin için söylüyorum: ‘Seni öylesine düşledim ki yitirdim gerçekliğini!’

* * *

Bir nisan akşamında kentin ıssız sokakları kucaklıyordu şairini. Paris’te bir kadın, bir erkeğe âşık oluyordu o akşam; şair, sevdiği kadına bir kez daha âşık oluyordu. Şairin düşleri bu defa akşamüstü yağmurlarından söz ediyordu, belki biraz da Avrupai:

Akşamüstü yağmurlarını özler ya insan bazen, hüzünlü bir şarkıyı dinlerken… Varlığını yetiştiremeyecek gelecek zaman düşlerini kurarken… Sevgiyi, aşkı, özlemi ararken… Hep akşamüstü yağmurları başlar. Paris Metrosu’nda gitar çalan genç, belli ki Polonyalı… Köln’de Ren Irmağı kıyısındaki kafelerin sokakla kesiştiği yerde klarnet, darbuka ve kemanla Mastika’yı çalanlar Bulgaristan’dan gelen Romanlar… Zamana yenik düşen saatleri durdurmak istiyorum, yapraklarını dökmüş yüzyıllık çınar ağacının altında. Kentin ışıkları suların üzerinde oynaşırken insanlar bir telaş içinde. Akşamüstü yağmurları hüzünleri mi çoğaltır, yoksa yalnızlıkları mı?

* * *

Seni öylesine düşledim ki yitirdim gerçekliğini” diyen 20’nci yüzyıl Fransız şairi Robert Desnos’un dizeleri, yıllar öncesindeki nisan kaldırımlarını arşınlattı bize. Bir şairin gözünden, bir şairin düşlerinden…

Şimdi ise günümüzdeyiz. Yine bir nisan gecesindeyiz. Belki biraz daha gerçekteyiz. Ama şiirlerimiz hep aynı esintide:

Akdeniz yaraşıyor sana/ yıldızlar terler ya, sen de terliyorsun/ aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında/ hiç dinmiyor motorların gürültüsü/ köpekler havlıyor uzaktan/ demin çocuk ağladı/ Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine/ Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir/ denizi tokmaklıyor balıkçılar/ bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak/ o sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar