EDEBİYAT YAŞAM 

‘NEDİR ÂŞIĞIN İŞİ, BAL SÖZLER DÖKMEDİKTEN SONRA?’

73 yaşındaki Nijeryalı şair Niyi Osundare, bir şiirinde siyah tenli güzel sevgilisine şöyle sesleniyor.

Diyor ki:

Sokul bana/ erişmek için varlığımın onuruna.

Ve sorular yöneltiyor doğaya, insana; böceğe, yengece, kuşa.

Diyor ki:

Nedir işi dokumacı kuşlarının, kusursuz yuvalar örmedikten sonra?/ Nedir yengeçlerin işi, oyuklar açmadıktan sonra bataklıklarda?/ Nedir işi gübre böceğinin, dağların şarkılarını söylemedikten sonra?/ Nedir âşığın işi, bal sözler dökmedikten sonra sevgilinin kulaklarına?

SEVMEMİŞLERİN ZULMÜ

Oysa günümüzde âşık olmamışların, bir kadını sevmemişlerin, “varlığının onuruna erişmemişlerin” zulmü altında eziliyor “sevgililer”.

Gazete sütunlarında okuyoruz adlarını; ‘Özgecan Aslan’ları, ‘Şule Çet’leri, ‘Pınar Gültekin’leri…

Şiiri sevmeyen bir toplum, kadınlarını sevebilir mi? Dizelerdeki doludizgin duygularla yürekleri titremeyenler, aşkı özümseyebilir mi? Kendine saygısı olmayan birinden, sevgilisine saygı duyması beklenir mi?

Ama bizler şiire tutunmaya devam ediyoruz yine; şiirlerde aşkı yakalamayı, sevgiyi ve umudu çoğaltmayı sürdürüyoruz.

İranlı şair Füruğ Ferruhzad’a kulak veriyoruz, araladığı pencereden hayata bakıyoruz:

Bir pencere, bakmaya/ bir pencere, duymaya/ bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan, tıpkı bir kuyu gibi/ tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan./ Yalnızlığın küçücük ellerini/ cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla/ dolduran bir pencere./ Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine/ bir pencere, yeter bana.

ÇİLEKLERİ EMEN YAVRU KURTLAR

Koronavirüs günlerini yaşarken çoğu zaman da acı olaylara tanıklık ediyoruz. Havai fişek fabrikasındaki patlamalar, ölen insanlarımız; ardından bir kez daha patlama ve yine ölen insanlarımız…

Hüzünler çepeçevre sarmış dört bir yanımızı.

Umutsuzluğun tavan yaptığı, rutubetin nefes aldırmadığı günlerde her yeni sabaha yeni başlangıçlarla uyanıyoruz.

Nafile bekleyişler içinde olmak istemiyoruz. Tabiatla buluşmak, ruhumuzun rengini kırmızı ve turuncudan mavi ve yeşile dönüştürmek niyetindeyiz.

Bulgar şair Plamen Doynov’un gümbürdeyen ormanlarında yürüyüşe çıkıyoruz; yeryüzü yeşil, gökyüzü mavi:

Çilekleri emiyor kurt yavruları./ Tatlı kan süzülüyor diş etlerinden./ Bir yağmur sessizliği titriyor derin,/ üzerlerinde insan ökçelerinin./ Körpe bedenler birleşiyorlar birden/ ve öpüş dansı oyalıyor onları. // Çilek şarabı yol açıyor yangına/ tüylerin gizlediği yüreklerinde./ Işıldayan buruncuklar ateşli/ ölümcül aşklardır bekleyen belli/ kuşlarla geyikleri.

‘ŞARAPLA, ŞİİRLE, ERDEMLE…’

Aşksızlık ve sevgisizlik öldürttü Pınar Gültekin’i, Şule Çet’i, Özgecan Aslan’ı ve diğerlerini. Şiirden uzak coğrafyaların ortak kaderi bu.

Yazımızı Fransız şair Charles Baudelaire’in sözcükleriyle noktalayalım:

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız. Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle; nasıl isterseniz… Ama sarhoş olun.

‘SARHOŞ OLMA SAATİ’

Şöyle devam etsin sözcükler:

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız; sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate; sorun, ‘Saat kaç?’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: ‘Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle; nasıl isterseniz!’

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar