MAVİLER, PORTAKALLAR, YILDIZLAR…
-ADANA-
O akşam bir kadın yaşamı sorguluyor. Bir adam umutları çoğaltmaya çalışıyor.
Mevsimlerden yine sonbahar; aylardan eylül, ekim, kasım…
Kadın gökyüzüne bakıyor bir süre. Ve haykırıyor:
“Ey yıldız! Parlak yıldız! Senin kadar dik durabilir miyim?”
Mevsimlerden sonbahar; kadın yaşamı sorguluyor, adam susuyor.
* * *
Kadın o akşam içinden geçen tüm hisleri, tüm düşünceleri önce yıldızlarla paylaşıyor; ardından adama duyumsatıyor. Adam, kadına bakıyor; kadın, adama bakıyor.
Kadın bir kâğıt alıyor eline ve şunları yazıyor:
“Son zamanlarda çevremde olan biten birçok şeyden uzaklaşmaya başladım. Benimle yaşıt insanlar çok yalın, anlamsızdı. Caddede yürürken suratlarına baktığımda bana hiçbir şey ifade etmez olmuşlardı. Şu an bile fikrimin değiştiği söylenemez. Benim için sorun şu oluyordu: Ben havada uçan kuşun nasıl uçabildiğini değil, onun tüm bu dünyada göç yaptığı diyarları merak ederdim. Başkalarıyla aramdaki sorun; onların nitelikten çok niceliğe değer verme sebepleriydi. Yani; hayatı evrensel düşünme çabasında idim. Ben burada, bu topraklarda yaşarken, başka ülkelerde güneşin batışını ya da kırlarda açan gelinciklerin rüzgâra karşı eğilişlerini seyredebilmeyi hayal eder dururdum.”
Kadın yaşamı sorguluyor, kadın kendini sorguluyor. Adam susuyor.
* * *
Kadın o akşam o çok sevdiği, üstüne şarkılar bestelediği şehir Paris’i düşlüyor. Kitaplardan okuduğu Paris’i düşlüyor; kimi zaman Paris aşklarını, kimi zamansa Paris sancılarını, baskılarını, sıkıntılarını hayal ediyor.
Adam yardımcı oluyor kadına ve Guillaume Apollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’ şiirini okuyor onun için:
“Mirabeau Köprüsü’nün altından Seine Nehri akar/ Geçer günler, geçer haftalar/ Ama ne geçen günlerin/ Ne de aşkların geri döneceği var.”
Kadının aklına eski aşkları, eski kaçışları geliyor ansızın.
Adam yardımcı oluyor; kadın ağlıyor, Paris ağlıyor.
Adam susuyor.
* * *
Kadın o akşam bir kâğıda yine bir şeyler karalıyor durmadan:
“Hani kırık kanatlar vardır… Baskı ve saliselik sancılar… İçimdeki tıka basa dolu baskıları silip süpürüp attım. Aklımı ve ruhumu başkalarının himayesinden kurtardım. Sancılarım yok artık. En mutlu olduğum yerdeyim! Mavi mavi! Portakal kokusu kadar hayat dolu! Biliyorum; uzun ince bir yol bu. O yol ne kadar uzarsa uzasın, beni sevdiklerimden ne kadar ayırırsa ayırsın; ben o yolun yolcusuyum. Kim ne derse desin! Ben o yolu koşulsuz seçtim.”
Kadın karaladığı o kâğıdı adama uzatıyor bu sefer, suskun adam eli titreyerek alıyor kâğıdı.
* * *
Kadın o akşam yıldızlardan topladığı sözcükleri bir araya getiriyor ve adamla paylaşıyor.
Kadın yazıyor, adam okuyor; daha sonra adam yazmaya başlıyor, kadın okumak istemiyor.
Okurken ve yazarken kadın yaşamı da sorguluyor, kendini de sorguluyor.
Adam susmayı sürdürüyor. Kadın, adama kızıyor. Bu sefer adam ağlamaya başlıyor. Kadın ise susmaya… Adamla kadın sanki bir an aynı çizgide bulunuyor.
Kadın, adamdan uzaklaşıyor; adam susuyor, kadın ağlıyor. Kadının kafası karışıyor, adamın kafası karışıyor. Kadın kırılıyor, adam kırılıyor; sonra yeniden barışıyorlar.
* * *
Kadın, akşamın son demlerinde kırılmışlığını ve üzülmüşlüğünü hesaplıyor; her bir duyguyu topluyor, çıkarıyor, çarpıyor, bölüyor.
Akşam son demlerini yaşıyor; kadın ağlıyor, adam susuyor. Kadın hayallerini topluyor, gökyüzünden yıldızlarını topluyor. Bir gün Paris’e tekrardan gideceği, otelinin balkonundan Eiffel’e karşı şarap içeceği günlerin gelmesini bekliyor. Üzülüyor, kırılıyor, ağlıyor… Ve şöyle yazıyor gecenin son saatlerinde:
“Aslında hiç ummadığım kadar üzüldüm, hiç ummadığım kadar uzağa gittim olduğum yerden. Bazen öteki oldum, bazen de saçmalayan kişi. Peki, ya ne değişti?”
* * *
Kadın ağlamayı bırakıyor. Adam düşünüyor, kadının sözcüklerine tutunuyor. Kadın en mutlu olduğu yerde; “mavi mavi, portakal kokusu kadar hayat dolu”… Bu sefer adam ağlıyor sürekli, kadın ise hep susuyor. Ve artık konuşmuyor.
________________________________
NOT: 10 yıl önce yazılmış bir yazı…