POLİTİKA 

‘HÜZÜNLÜ BULUTLAR’ YOLDAŞIMIZ, ‘KIRIK GÖZLÜKLER’ HEP HATIRAMIZ…

Yine ocak ayı hüzünleri hep bizimle, ocakta demlenen çayın fokurtusu yıllar önce yitirdiğimiz gazeteci, yazar ve aydınların bıraktığı derin üzüntüleri hatırlatıyor.

O hüzünlü türkü; ‘Uğur Mumcu’ların, ‘Hrant Dink’lerin bu toplumdan koparılışlarına bir gözyaşı niteliği taşıyor:

Uğurlar olsun, uğurlar olsun/ hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun/ bir keskin kalem, bir kırık gözlük/ yürekli yiğitlere hatıran olsun…

Hüzünler hüznü yağmur damlaları yanaklarımızdan dökülürken kırıklar kırığı o son bakışlar bize neleri neleri çağrıştırıyor?

* * *

Bir pazar sabahı, kar altında Ankara, zemheri ayazı, zalimler pusuda ve Uğur Mumcu’nun bedeni paramparça…

Aydınlık, laik, demokratik bir ülke özlemi kuran Türkiye üzgünlerinin yüreklerinde şarapnel parçaları ve apansız bir karanlığa çevrilen o anahtarın geride bıraktığı isimsiz korkular…

Sene 1993, aylardan Ocak…

Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, eşinin cenaze töreninde yaptığı konuşmasında bir bebekten katil yaratan zihniyetleri sorguluyordu.

Sevgilim,” diyordu, “hangi karanlık yaptıklarını, söylediklerini unutturabilir? Korku mu? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevküsefası mı? Yoksa ölüm mü? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz, sevgilim!

Ve ekliyordu:

Sevdiklerinden, çocuklarından, torunlarından, bizlerden, kucağımdan ayrıldın; ama ülkenden ayrılmadın, sevgilim!

Sene 2007, aylardan yine Ocak…

* * *

Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, 2012’de yayınladığı ‘İçimden Geçen Zaman’ adlı kitapta, Uğur Mumcu’nun ardından yaşadığı hem kişisel hem de toplumsal süreci anlatıyordu:

Uğur’u sonsuzluğa uğurladığımız günün ertesinde kar her tarafı kaplamıştı. Beyaz bir sessizlik şehri sarmıştı sanki. Pencerenin önündeki bordo koltuğa oturdum. Şehrin karla kaplı sessizliğine baktım. Hayatımda yeni bir dönem başlıyordu.

Hüznün sessizliği dağıldığında ne verilen sözler yerine getirilmişti ne de Uğur Mumcu ve diğer cinayetler aydınlatılmıştı.

İçimden Geçen Zaman’da şöyle yazıyordu Güldal Mumcu:

Salonda bordo koltuklarda oturuyorum. Bu koltuklarda oturup görünmeyen şehre bakmamın üstünden yıllar geçti. Onun öldürüldüğü yere konmuş olan çamları arka bahçeye dikmiştik.

O üç çamı şimdi oturduğum yerden rahatlıkla görebiliyorum. Tepeleri bizim kata kadar ulaştı. Tepelerine, rüzgârda sallanan dallarına serçe kuşları konuyor. Kin ve nefretin yerine bu ağaçların dallarının her dalgalanışında buradan bütün dünyaya sevgi yaymasını diliyorum.

Yıllar boyunca bütün bu olayları yaşarken üstümden akan zamanla içimden geçen zaman bir değildi. Biri yaşamam gereken hayatı bana sunarken diğeri sonsuzluğun içindeki beni bana gösterdi.

* * *

1990’lar bir kâbustu Türkiye için.

Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Musa Anter, Metin Göktepe, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri…

2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Yangını ve o yangında aralarında Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Asaf Koçak, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin gibi sanat ve düşünce insanlarının da olduğu otuzun üstünde insanımızın ölmesi…

Cumartesi Anneleri’nin hüzünlü öyküleri…

2000’lerde ise:

Hayata Dönüş’ operasyonları ve yine onlarca ölü…

Necip Hablemitoğlu, Hrant Dink cinayetleri…

Tüm bunlar, evet, tüm bunlar geçen zaman içerisinde neleri yitirdiğimizi, artık nelerin eskisi gibi olmayacağını, eskisi gibi yaşanmayacağını açık ve net bir şekilde gösteriyordu bize.

Ve Uğur Mumcu cinayeti gibi, birçok faili meçhul siyasi cinayetlerde yakınlarını yitirenler 2009’da bir araya gelerek ‘Toplumsal Bellek Platformu’nu kurdular.

Amaçları; ellerinden alınan hayatları unutturulmaya ve kabullendirilmeye çalışılan yakınlarını unutturmamak ve karanlıkların aydınlatılmasında bir adım daha atmaktı.

* * *

Hrant Dink, öldürülmeden bir sene önce katıldığı bir televizyon programında şunları söylemişti:

Sonuçta biz yurttaşız; devlet bizim devletimiz, o kurumlar bizim kurumlarımız. Onları biz gerekirse en ağır biçimde eleştiririz. Burada aşağılamak değil bizim derdimiz. Ağır eleştiridir. Böyle algılanır, bu fark etmez. Ama önemli bir ‘aşağılama’ şudur: Beraber yaşadığınız farklılıkları, farklı kimlikleri aşağılıyorsanız bunun adı ‘ırkçılıktır’ ve dünyanın en büyük suçu budur.

Ve öldürüldüğü gün, Agos gazetesindeki köşesinde şunları yazacaktı:

Şu çok açık ki beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muratlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık ‘Türklüğü aşağılayan’ biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

Şöyle noktalayacaktı:

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım: Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim; ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe; ama bir o kadar da özgürce.

* * *

Yine ocak ayı hüzünlerimiz, fokur fokur kaynayan bugünlerimiz…

Hüzünlü bulutlar hep yoldaşımız; keskin kalemler, kırık gözlükler ‘Uğur Mumcu’lardan, ‘Hrant Dink’lerden bize kalan hatıralar.

24 Ocak 1993’ler, ’19 Ocak 2007’ler asla unutmayacağımız takvim yaprakları…

Yazımızı Uğur Mumcu’nun “seslenişiyle” bitirme zamanı şimdi:

Bir gün mezarlarımızda güller açacak/ ey halkım, unutma bizi… // Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında/ yankılanacak, ey halkım/ unutma bizi… // Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi/ hep birlikteyiz, ey halkım, unutma bizi… // Unutma bizi/ unutma bizi…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar