YAŞAM 

HAYATIN SESSİZLİĞİNDE

Günlerin, haftaların getirdiği yahut götürdüğü şeylerle pek ilgili olmadan, kendi ruh ikliminin özgür doğasıyla hareket etmek, öyle davranmak; yürümek isteniyorsa yürümek, koşmak isteniyorsa koşmak; gülmek isteniyorsa gülmek, ağlamak isteniyorsa ağlamak… En çok da mevsim yağmurları yağarken, elinde şemsiyeyle kentin kalabalık caddelerini kaldırım kaldırım arşınlamak…

Evet, işte, ben de aynen böyle yapıyorum. Günün koşuşturmasının ardından bir-iki saat kentin kalabalık caddelerinde yürüyorum. Hele hava da yağmurluysa eğer, daha bir mutluluk duyuyorum bu “sessizlikten”. Pardösüme daha bir gömülüp kentin ışıltılı kaldırımlarında ilerliyorum. Şemsiyeme vuran yağmur damlaları iç “sessizliğimi” daha bir ezgileştiriyor.

Kentin dört bir yanında yeni yıla hazırlıklar devam ederken, kestane satıcılarının dumanları da daha bir davetkâr geliyor burnuma. Biraz kestane alıyorum. Satıcı, kese kâğıdına koyuyor. Otobüs durağında bekleşen insanların arasına karışarak yemeye başlıyorum. Birazdan kesiliyor yağmur. Yürümeye devam ediyorum. Vitrinlerde çizmelere bakan kadınlar görüyorum. Daha sonra, o kadınlara bakan adamlar görüyorum. O adamlara bakan adamlar, o kadınlara bakan kadınlar, onlara bakan başka insanlar görüyorum. Yürüyorum.

Az sonra bir kitapçıya giriyorum. Üst katına çıkıp raflara bakınıyorum. “Benim vitrinim işte burası” diyorum kendi kendime. Gülümsüyorum. Hayatın sessizliğini düşünüyorum daha sonra. Hayatın sessizliğindeki beni düşünüyorum. Bendeki “sessiz” beni düşünüyorum. Bunları düşünürken rafların birinde bir kitap görüyor, kitabı elime alıyorum. Aslı Erdoğan’ın ‘Hayatın Sessizliğinde’ adlı kitabını… “Bu kadar tesadüf olur” diyorum. Fazla durmuyorum kitapçıda. ‘Hayatın Sessizliğinde’yi alıp çıkıyorum. Yeniden başlayan yağmurda kitap ıslanmasın diye pardösümün içine koyuyorum.

Yürümeye devam ediyorum. “Daha arşınlanacak çok kaldırım var bu şehirde” diyorum. Bu yürüyüşlerim beni yıllar önce tecrübe ettiğim Avrupa günlerimdeki yürüyüşlerime götürüyor. Elimde fotoğraf makinemle –o bina senin, bu kilise benim, şu meydan bir başkasının– arşınladığım o gri, o kurşuni günlerimdeki yürüyüşlerime… Roma’da İspanyol Merdivenleri’ne çıkarak –eh, biraz da merdivenlerde oturarak– insanları gözlemlediğim, Paris’te Seine Nehri kıyısında dolaşanlarla hoşbeş ettiğim o eşsiz, o ıssız günlerimdeki yürüyüşlerime… Şimdi takvime, bulunduğum yere bakıyorum: Yeni bir yıla geçiş yapılan bir köprüde öylece duruyorum. Zaman nehri altımdan hızlıca akıp gidiyor.

Biraz sonra son zamanlarda sık gittiğim kafeye giriyorum. İçerisinin loş ışığı, hayatın sessizliğindeki beni hemen pencere kenarındaki bir masaya oturtuyor. Buradan hem içerisinin loşluğunu hem de dışarısının hoşluğunu tadabiliyorum. Bir bira söylüyorum kendime. Aslı Erdoğan’ın kitabını masaya koyuyorum. İçeriden, dışarısı daha bir karmaşık görünüyor. Kadınlar, adamlar, arabalar pek seçilemiyor. Yağmur şiddetini iyice arttırmış. Ben de iç sessizliğimin şiddetini iyice artıyorum. Daha bir “sessizim” artık!

Günün koşuşturmasının ardından eve gitmeden önce bir-iki saat kentin kalabalık caddelerinde yürüme eylemim, bugün üç-dört saat sürüyor. “Bugün sessizliği fazla kaçırdım” diye düşünüyorum. Yavaş yavaş kalkıyorum masadan. Hesabı ödüyor, kafeden çıkıyorum.

Şimdiki yürüyüşüm otobüs durağına doğru. Her şeye rağmen hayatın sessizliği devam ediyor.

________________________________

Not: 8 yıl önce yazılmış bir yazı…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar