YAŞAM 

‘ERKEK, BİR DİKDÖRTGEN SEHPA; KADIN, TERS DÖNMÜŞ BİR TABURE’

Bir nisan gecesinin ıssız serinliğinde elimde mor tükenmez kalemim… Kitaplarda yalnızlık sözcükleri arıyor, yalnızlık sözcüklerinde yoğunlaşıyor gözbebeklerim.

Ataol Behramoğlu’nun ‘Aşk İki Kişiliktir’ kitabı gülümsüyor geceye.

Ölümdür yaşanan tek başına/ aşk iki kişiliktir” dizelerinin gecenin kıyısına vurduğu dakikalarda bir şiirine başlıyorum duygu yüklü şairin:

Attila Jozsef’in Şehrinde Bir Köprüden Tuna’ya Bakmak

* * *

Yalnız bir şairin yüreği nasıl da buluşuyor sözcüklerle, nasıl da çarpıyor ketum yüreği; tanık oluyorum. Duygusal ve yaşamsal bir kaynaktan beslenircesine:

Bir gün önce yağmurda parlıyordu vişneçürüğü kiremitler/ bu sabah beyaz, bol ışıklı bir güneş/ aydınlatıyor bir bölümünü sokağın/ Orta Avrupa güneşi, o soğuk aydınlık/ ve Viyana’daki otelimde, odamın/ sokağa açılan pencerelerinde tül perdeler/ çırpınıyor hırçın bir rüzgârda/ lodos diyorlar, üşüten bir lodos bu/ vize için Macar Konsolosluğuna giderken/ şapkamı uçuruyor, gözlerimi yaşartıyordu/ Viyana, Noel’e hazırlanıyor/ Yeni yıla hazırlanıyor dünya.

* * *

Hatıralarımı canlandırıyor dizelerinde dolaşmak Behramoğlu’nun bir nisan gecesi. O ıslak, o gözyaşı heceli İtalya günlerime götürüyor. O tutkulu İspanya, Fransa, İsveç, Almanya günlerime… Barselona’dan Madrid’e, Paris’ten Stockholm’e, Frankfurt’tan Roma’ya bölüştürüyor hislerimi şehir şehir. Aşkı ve tutkuyu özümsetiyor bölüne bölüne. Paris’te âşık kadınlar sokağında dolaştırıyor ilkin, ardından Venedik’te sevda şarapları ikram ediyor gondollar içinde:

Kunsthause’da Miro sergisini gezdim/ Viyana’nın ünlü Sanat Evi’nde/ heykeller ve birkaç resim/ kadın ve kuş/ kuş ve kadın/ çocuk ve kuş/ sarılar, yeşiller, maviler/ öksede kuş/ gecede erkek ve kadın/ (erkek, bir dikdörtgen sehpa/ kadın, ters dönmüş bir tabure)/ yeşiller, sarılar, kırmızılar/ en aza indirgenmiş beden/ en aza indirgenmiş yaşam/ çocuğa, kadına, kuşa.

* * *

Hatıralarımdaki edebi yaşamlara selam gönderiyor Behramoğlu’nun dizeleri. Ülkelerle, şehirlerle bütünleşmiş yazarlara, şairlere… O duygu ve düşünce insanlarının yaşadıkları ülke ya da şehirlerle ilgili öykülere, şiirlere… Örneğin Barselona-Madrid güzergâhında Gabriel Garcia Marquez’e, Paris’te Notre Dame Kilisesi’nin giriş kapısında karşılaştığımız Victor Hugo’ya, Frankfurt’ta kitapları eşliğinde Goethe’ye:

Viyana Batı Garı’ndan/ sabah 8.30’da kalktı Budapeşte treni/ hafifçe sarsılarak/ cebimde bir günlük Macaristan vizesi/ ve tek bir amacım var/ Attila Jozsef’in şehrinde/ bir köprüden Tuna’ya bakmak.

* * *

Viyana’daki otelinden Macar Konsolosluğuna gidiyor Behramoğlu, Macaristan vizesi almak için. Aldığı vize bir günlük Macaristan vizesi… Tek bir amacı var: Attila Jozsef’in şehrinde bir köprüden Tuna’ya bakmak…

Ve dizeleri şöyle devam ediyor şiirin:

Haritada Tuna’ya bakarken/ adını taşıyan sokağı gördüm birden/ ve sanki seninle karşılaşmak gibi/ bir sevinç yükseldi içimde/ ve yürüdüm aşağılara/ Dohany Caddesi’nden/ acelesiz, sakin/ usul adımlarla/ yanımdan geçen yaşlı kadın/ (mantolu, başörtülü/ elinde/ plastik bir çanta)/ unutulmaz şiirindeki/ Anne olabilirdi. // (…) // Brandy içtim bir küçük kahvede/ daha da yavaşlattım adımlarımı/ saygıyla, acelesiz/ girmek için/ adını taşıyan sokağa/ ve işte Attila Jozsef Sokağı’ndayım/ Jozsef Attila/ sırf bunun için/ değerdi gelmeye/ şehrine senin.

* * *

En çok da yalnız gezdiğim, kâğıdı-kalemi yanımda yoldaş eylediğim saniyelerime götürüyor beni Behramoğlu’nun dizeleri. Yalnızlığın hem kırbacını yediğim hem şerefine kadeh kaldırıp kendimle yüzleştiğim saliseler bütününe götürüyor. Meydanlarında, ana caddelerinde, dar sokaklarında sessizliğin sesini katık ettiğim günlerime…

Eşsiz şair Ataol Behramoğlu; duru, yoğun bir yaşamsal süreç çiziyor o betimleyici sözcükleriyle:

Saat 15.30/ yine o soğuk/ ve bol ışıklı güneş/ Tuna üstünde bir asma köprüdeyim/ ‘Zincir Köprüsü’nde/ ve bakıyorum Tuna’ya/ derin, ağır, bilge akıyor/ yüzyıllardır nasıl akıyorsa/ geride, ilerde/ görkemli köprüler/ güneş batıya doğru çekiliyor/ saraylar, kuleler, kiliseler // (…) // iki aslanın/ öylesine heybetle beklediği/ ‘Zincir Köprüsü’nün/ taş koruklarında/ yazarken bunları/ kimseyi tanımadığım/ ve beni kimsenin/ tanımadığı bu kentte/ yalnız değilim/ ve artık/ üşümüyorum da.

* * *

Behramoğlu’nun dizeleri kimseyi tanımadığım ve beni kimsenin tanımadığı kentlere de taşıyor benliğimi. Nisan görkeminde nehirleri olan kentlere götürüyor. ‘Roma’lara, ‘Floransa’lara, ‘Paris’lere… Orada içselleştirdiğim tarihe… Her türlü kültürel özneye, nesneye, tümlece… O kentlerde, o duygusal iklimlerde yalnızlık kokan çiçeklerin hüzünlü gülümseyişlerine… Sevgiye, aşka, özleme… Merhamet kraliçesi, masumiyet tanrıçası bir sevgilinin o sıcacık ellerine götürüyor:

Tuna derin, bilge akıyor/ yüzyıllardır nasıl akıyorsa/ ve Budapeşte, Tuna’nın kraliçesi/ Noel’e hazırlanıyor.

* * *

Behramoğlu’nun yalnızlık kokan dizeleri özlemini çektiğim yalnızlıklarla buluşturuyor beni, ben istemesem de. Gönüllü yalnız kalışlarla buluşturuyor. Yüreğim uzun zamandır, yalnızlık prangalı yollardan geçerek gönüllü sürgünlere gitmek istiyor. Başka coğrafyalara, başka iklimlere… Belki de bir Ataol Behramoğlu gibi bir günlük Macaristan vizesiyle Budapeşte’de Tuna’ya bakmak istiyor. Belki bile bile yapayalnız kalmak; ama sonrasında daha kendinden emin, kötülüklerden daha arınmış, daha özgürce yaşamak… En önemlisi de daha mutlu, daha huzurlu nefes almak:

Gece yarısı/ kar yağıyor Viyana’ya/ yürüyorum bomboş sokaklarda/ gecikmiş birkaç sarhoş/ hızla geçen birkaç araba/ hayat bildiği yolda ilerliyor/ derin, bilge, ağır akıyor Tuna.

________________________________

Not: 11 yıl önce yazılmış bir yazı…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar