YAŞAM 

YAĞMURLU BİR HAZİRAN GÜNÜ MONA’YI SEVGİYLE ANARKEN

Biraz önce uçağın tekerleri piste değdi.

Yorucu bir yolculuk oldu.

Adana’dan İstanbul’a doğru havalanmıştık.

Ankara’ya yaklaşınca kokpite gidip kaptan pilota “Ankara’ya uğrayıp Sakarya Çarşısı’nda birer Arjantin bira içsek hep beraber, nasıl olur?” dedim.

Hoşuna gitti.

Aslında Ankara’yı özlemiştim.

Yolcular da olur deyince indik.

O nedenle yorucu bir yolculuk oldu.

Olsun, Ankara’nın havasını özlemle içime çektim.

Paris, haziran ayının ortasında hâlâ soğuk ve yağmurlu.

Ama ben Paris’in yağmurunu da çok seviyorum.

Ve Seine Nehri’nin kenarında bir ağacın altına oturup nehrin mırıltısını dinleyerek Mona’yla şarap içmesini de seviyorum.

Soğuk, ama biraz sonra Mona’yı göreceğim düşüncesi içimi ısıtıverdi.

Boyu posu devrilesice” virüs yüzünden epeydir ayrı kalmıştık.

Dilerim Louvre’un aksi müdürü izin verir.

Ama Mona inatçıdır.

Gerekirse çerçevesinden zorla çıkar, gelir.

Bir gün öyle yapmıştı.

Boş çerçeveyi gören müdür ve yardımcılarının feleği şaşmış.

Öyle diyorlar.

Günlerce kendilerine gelememişler.

Paris’in bütün kafelerini, bodrum katlarındaki caz barlarını dolaşmıştık el ele o günlerde.

Bazen kahve içmiştik, bazen caz müziğinin hüzünlü notaları eşliğinde şarap…

Çok sevdiğim sokaklarında “ziv ziv” dolaşmıştık.

Biz böyle keyifle dolaşırken sanat dünyası sarsılmıştı.

Mona neredeydi?

Fransa hükümeti istifanın eşiğine gelmişti.

Leonardo da Vinci de gelmiş, bağırıp çağırmış, “Nerede benim resmim?” diye ortalığı birbirine katmıştı.

Sakinleştirici bir iğne yapmışlardı.

Bütün Fransa didik didik aranıyordu.

Ama Mona saçını sarıya boyamış ve giysisini değiştirmişti.

Kırmızı bir gemici kazağı ve blucin giymişti. Üstüne de siyah bir anorak…

Kocaman siyah gözlük takmıştı.

Ama gülümsemesini fark ederler diye çekiniyordum.

Neyse, kimse fark etmedi.

Gülümsemesi bana kaldı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar