GEÇMİŞE DÖNMEK
-ADANA-
Paris’e indiğimde akşam olmak üzereydi.
Şehir yavaş yavaş ışıklarını yakmaya başlamıştı.
Bir taksiye atladığım gibi Montorgueil Sokağı’ndaki eve gittim.
Beş katlı, Eyfel’i tam karşıdan gören eskice bir evin çatı katında kalıyordum.
Bu sokağı çok severim.
Adana’da çocukluğumu geçirdiğim mahalleyi hatırlatır bana.
Kasabı, manavı ve bakkalıyla tipik bir mahalle özelliklerini taşır.
Geceleri fıkır fıkırdır.
Ama pazar günleri öğleden sonra oldukça sakindir.
Ev beni özlemle karşıladı.
Masanın üzerinde iki kadeh ve yarım şişe şarap öylece duruyordu.
Pencereyi açtım, şehrin gürültüsü odayı dolduruverdi.
Eyfel tam karşımda, ışıl ışıldı.
Bu şehir beni tuhaf şekilde etkiliyordu.
Mona’yla aynı şehirde olmanın, aynı havayı solumanın heyecanı sarmıştı beni.
Hemen şehrin kalbine dalmalıydım.
Çantama masadaki şişeyi ve bir kadeh koydum.
Bisikletime atladığım gibi Seine Nehri’nin kenarına gittim.
Bir banka oturup çantamdan çıkardığım şarabı kadehe koydum, ışıltılı geceye kaldırdım.
Mona’ya, Abidin’e, Yılmaz’a, Ahmet’e, Güzin’e, Fikret’e, Nâzım’a…
O güzel insanlara kaldırdım kadehimi.
Önümde Seine mırıl mırıl akıyordu.
Akıp giden hayatım gibi.
Ve uzaktan Édith Piaf’ın sesi geliyordu.
Şarkı yüreğime bir ok gibi saplandı.
‘La Vie En Rose’u söylüyordu kaldırım serçesi.
Ah Mona, dedim, ahhh…