ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 5

Yusuf çok yorgun kalktı, o kadar yorgundu ki nefes alırken bile kaslarına vuran ağrıdan canı acıyordu. Bir parça koparcasına bağırmak istiyordu. Bu yorgunluğun sebebi çalışmak değildi veya ağır işler yapmak; insanı en çok yoran şey düşüncedir. İnsanı bir iş yoramaz, insanı kendisi yorar. Ruhu ne kadar yıkılmaya hazır bir binaysa kendisi de oraya gelecek bir kepçedir. Hayat budur: mutluluğu aramak, hayatta anlam aramak yerine bir kepçe olmadan yaşaman gerekir. Ne zaman bir kepçe olursan o kadar binaya zarar verirsin. Yusuf olacakları bilerek gitti. Bu gece uyumamak için çuvaldan mırrasını çıkardı,…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 4

Şafak söktüğünde kendini daha yeni hissetti. Vücudu bir gül dikeni gibiydi; istese bir bülbülü öldürebilirdi ya da küçük bir hareketle kırılabilirdi. Bir deli gibi hissediyordu; tabii, bir deli nasıl hisseder, biliyor muydu, o da bilmiyordu. Annesini istiyordu o. Korkmuştu çünkü. Fark edin, annenizi sevmeseniz bile canınız acıyınca ağladığınızda, çaresiz kaldığınızda nasıl da ağızdan “Anne,” lafı çıkıyor; o da öyle hissediyordu. Yatmaya korkuyordu ama bedeni çökmüştü. “Bugün işe gidemem,” dedi. Tütünü sardı, ciğerlerine küfür eder gibi çekti. Sonra uzandı sedirine, korkunun bir faydası olmadığını söyledi ve gözlerini kalbiyle beraber kapattı. –…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 3

Tabii ki de bağırıştan sonra bir ses gelmemişti. Bir tanrı, bir kudretli varlık olsa sanki onunla konuşacaktı. Kumlara uzandı, gözlerinden akan yaşların derisindeki ahenkli sermest eden akıntısını hissetti. Çocukken her ağladığında bir tokat yerdi; “Ağlayacaksan bir sebebin olsun, erkek adam her şeye ağlamaz.” diyordu babası. “Erkek adam neye ağlardı, baba, çaresizliğe mi ağlar?” diye düşündü. Yine fazla düşünmüştü kafasını sertçe salladı ve yerden kalktı, kendini silkeledi. Qadar’ı alıp hamallığa şehre gitmesi gerekiyordu, yoksa yediği iki lokma ekmek de onunla olmayacaktı. Qadar’ın ağzına kayışını taktı, yola koyuldu; yirmi – yirmi beş…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 2

Adımını atar atmaz bir bitkinlik çöktü üzerine ve yere yığıldı. Uyandığında kimse yoktu, mezarlık geçmişi yine aynı yerdeydi. Çadırında ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; anılar buydu, anne, baba, kardeş yoktu, kasabası yok, huzuru yok, tek varlığı annesinin “Hayatta kal.” sözüydü. Yapamıyordu. Annesini toprağın altına, kimine göre cennet-cehenneme, kimine göre bir hiçliğe verdiğinden beri annesinin sözünden dolayı kıymıyordu kendine. Aslında kıyamadığı kendisi değil, annesiydi. O güzel ses, şefkatli eller ve son sözüne kıyamazdı. Belki hiçbir şeyi yoktu ama annesinin sözü vardı: “Hayatta kal, kuzum.” Her şeyi bu olan bir adam ne kadar…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN

Çöl sessiz ve acımasızdı. Kumların rüzgârla dans ettiği, sıcaklığın insanı içine çekip kavurduğu bu sonsuz boşlukta, El-Yusuf yalnız başına yaşıyordu. Bir zamanlar kasabasının ortasında neşeli, yüzü gülümseyen bir adamdı. Ama şimdi, yıllardır kaybolmuş olan o gülümseme, yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Çölün ortasında, kumların içine gömülmüş bir hayatın içindeydi. Onun için her gün, kaybettiği geçmişine dair bir hatıra gibiydi. El-Yusuf’un kasabası, yıllar önce kuraklık ve kıtlıkla sarsıldığında terk edilmişti. Su kaynakları tükenmiş, tarım ve hayvancılık bitmişti. Kasaba halkı birer birer göç etti. El-Yusuf, ailesiyle birlikte son kalanlardan biriydi. Ne zaman…

Devamını Oku