POLİTİKA 

TİMOKRASİ

Yumurta dıştan bir güçle kırılırsa yaşam son bulur, içten bir güçle kırılırsa yaşam başlar; zira sahih düşünceler hep içten gelir.” – İbn-i Rüşd

SAHNE DEMOKRASİSİ – BATI

Aristoteles’e göre Atina demokrasisinin kurucusu, ünlü yasa koyucu Solon’dur (640-559). Solon’un, mutlak oligarşiyi yıkıp halkın köleleştirilmesine son vererek, halkın seçtiği üyelerden oluşan bir yargı sistemi kurmasıyla kendinden sonraki demokratik yönetimlere ilham verdiği söylenir. Aristoteles, en üstte yer verdiği halkın, iyi bir anayasaya sahip olmasının, vatandaşı “egemen güç” haline dönüştüreceğini iddia etti. Oysa iyi anayasa tek başına hiçbir zaman bu sonucu doğurmamıştır.

Roma İmparatorluğu demokrasi açısından başlangıçta ideal olanı temsil eden bir yapı olarak gösterilir. Romalılar “Elitlerin Yönetimi” denen bir modele ve “Republic” adını verdikleri sisteme sahipti. Bu sistemde “halk” olarak tanımlananlar aristokratlar ve soylulardı. Antik Yunan ile Roma’da “vatandaşlık” kavramını demokrasi bağlamında birbirinden ayırsanız da başlangıçta aynı aksaklığın ve eksikliğin var olduğunu görürsünüz. Çoğunluğun mekanizma dışında kalmasına rağmen, kurallara tabi olması zorunluluğu.

Antik Yunan’da [M.Ö. 756 (Arkaik Dönem) – M.Ö. 146 (Roma İşgali)] şehir devletlerinin demokrasiye geçişi ile eş zamanlı olarak ulus devletlerin doğuşu, temsili demokrasi modelini doğurdu. Ulus devletin siyasi, ekonomik, sosyal ve yönetsel yapısı değişime ve dönüşüme zorlandı. Zorlamalar tabandan başlamadığı için demokrasinin en önemli parçası olan “halk” ayağı hep eksik kaldı. Atina demokrasisinde teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme hakkına ve fikrini söyleme özgürlüğüne sahip olmakla birlikte, pratikte kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmamış olanlar, yani yabancılar söz konusu haklara sahip değildi. Karar vericiler, sınırlı bir alan ve az sayıda vatandaşı temsil eden soylular ve köle sahipleriydi. Bu ise temsilde adaletsizliğe, alınan kararların, soyluların ve köle sahiplerinin lehine evrilmesine neden oldu. Elitist demokrasi modelinin en ilkel hali böylece ortaya çıkmış oldu.

Magna Carta (1265), orijinali kaybolsa da anayasal düzen ve demokrasi açısından tarihin dönüm noktasıydı. Zira hukukun üstünde olan İngiliz kralının yetkilerinin sınırlandırılması bir ilkti. Salisbury Katedrali’nde imzalanan bu belgenin altında, Papa III. Innocentius, baronlar ve Kral John’un imzası vardı. Kralın yetkileri din adamları ve baronlar adına sınırlandırıldı. Güç kavgası sonucu ortaya çıkan bu belge, halkın dışında gelişen, ancak halkı direkt olarak etkileyen olayların sonucuydu. Halk yine kapının dışında kaldı.

Fransız Devrimi, monarşiden kesin kopuşu ifade ederken feodal hukukun ve onu koruyan siyasal yapının sona erişi anlamına da geliyordu. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, “kendinde aklı barındıran ve kendi kendine yeterli olan insanın” ortaya çıkışının bildirgesiydi. İnsanı merkeze koyan ve değer olarak tanımlayan bu bildirge evrensel bir nitelik taşıyordu. 1776 Amerikan Devrimi sırasında bireylerin hak ve özgürlüklerini ilan eden bildiriler hazırlanmış olsa da bunlar evrensel değil, bölgesel ve kimi yerde yerel özelliklere sahipti.

Fransız Devrimi’nin temel amacı, bireyi özgürleştirmek ve mutlu kılmak, böylece ileri bir toplum inşa etmekti. Devlet mekanizması ise bu hedeflere ulaşmak için araç niteliğindeydi. Dönemin burjuva devrimcilerinin aşmaları gereken temel mesele, bireyi, siyasal iktidarın despotizminden korurken aynı zamanda denetlenmesi, hatta bastırılması gereken bireysel ya da özel çıkarların odağı olarak da görmeleriydi. Bireysel hakların bir değer olarak tanınıp korunması istenci ile pozitif yasaların mutlak gücünün kurulması arasındaki sürtüşmeli-çelişkili hal günümüzde de olağanca aksaklığıyla orta yerde aşılmayı beklemektedir.

Batı’nın siyasal düşünce tarihinde, Machiavelli’den tutun da, ideal devlet modelleri öneren “doğal hukuk kuramcıları”na, örneğin Hobbes, Rousseau ve Kant’a kadar, tüm idealist düşünürler, insanın akla uygun bir yaşam sürdürebileceği tek yerin devlet olduğu fikrinde buluşuyorlardı. Hegel’de ise devlet artık akla uygun olmanın, ideali temsil etmenin ötesinde salt zorunluluk olarak sunuluyordu. Bu düşünce tarzı devlet öncesi dönemi olumsuzlarken, devlet mekanizmasını olumlu hale sokuyordu. Bu düşünceye cepheden karşı duranlar Marksistlerdi. Marksizm’in demokrasi algısı; demokratik sistemin inşasıyla ilgili değildi, sistemin içerisinde demokrasinin nasıl olacağıyla ilgiliydi. Onlara göre sivil toplumu düzenleyen devlet değil, devleti düzenleyen sivil toplumdu. Marksizm; devletin, hukukun ve ideolojinin ortaya çıkışının tarihsel koşullarını, maddeci tarih anlayışı çerçevesinde açıkladı. Yüksek bilinç düzeyine sahip bireyin demokrasiyi de tıpkı devlet mekanizması gibi vazgeçilebilir bir şey olarak göreceğini iddia etti. Devletsiz modelle birlikte sınıflar ve sınırlar ortadan kalkacak, inancın varoluş nedeni anlamsızlaşacaktı.

SAHNE DEMOKRASİSİ – DOĞU

Batı’da bunlar olurken Doğu’da Müslümanlar, devletin yönetim şekline isim vermekten çekinmiştir. İbn-i Rüşd bu sorunsalı aşmak konusunda Hz. Muhammed ve Dört Halife Dönemi’nde erdemi merkeze koyan hukuk yapısına vurgu yapar. Yönetimde liyakatin ve adaletin ön koşul olması gerektiğini belirtir. İbn-i Rüşd, Muaviye Dönemi devlet yönetiminin, şanı ve şerefi ön plana çıkaran “timokrasi”ye (parası ya da gücü olanın yönetimi – para aristograsisi) dönüştüğü tespitinde bulunur. Müslüman coğrafyasında Muaviye ve Yezid, “İtibarda tasarruf olmaz” düşüncesinin ve aile yönetiminin ilk temsilcileridir. Ebu Zerr Gaffari’nin (ilk Müslüman sosyalistlerindendir), Muaviye’nin yaptırdığı ‘Qasru’l Beyza’ sarayı ile ilgili olarak “Sarayı kendi paranla yaptırıyorsan israftır; halkın parasıyla yaptırıyorsan ihanettir” sözü Doğu tipi yöneticinin ve yönetim anlayışının günümüzde de değişmeyen zihinsel yapısını resmeder. Platon’un, bireyin mutluluğu için filozofların devlet başkanı olması gerektiği ya da devlet başkanlarının felsefe öğrenmesi gerektiği düşüncesi Doğu yönetimlerinde –Mustafa Kemal Atatürk hariç– karşılığını bulamamıştır. Aynı aileden gelenlerin sırasıyla yönetimi devraldığı liyakatsiz ve yönetici ailenin hukukunu ön plana çıkaran yönetimler boşluğu doldurmuştur.

Doğu’da toprağın mülkiyetine sahip olan devlet, üretimden elde ettiği artık ürünleri (vergi ve rant olarak) merkezde topladı, topaklaştı (hantallaştı) ve bu da yönetici zümrenin zenginleşmesinin önünü açtı. Yetkilerini halktan aldıklarını düşünen yöneticiler kendilerini desteklemeyenlerin, eleştirenlerin, muhalif olanların, farklı inanca sahip olanların malını, mülkünü, hatta kimi yerde namusunu dahi kendisine hak görecek kadar zalimleşti. Zenginliğin toplumsal tabana yayılmaması demokrasinin önündeki en büyük engellerden birisi haline geldi. Toplumlarda konseylerin, parlamentoların, sivil toplum kuruluşlarının oluşmaması ya da çok geç oluşması ve güdük kalması, sivil-politik toplum ayrımını da engelledi. Bu ise bireysel gelişimin gecikmesine ve demokrasinin öneminin göz ardı edilmesine neden oldu.

İbn-i Haldun, siyaseti, “akli – medeni – dini siyaset” olarak üçe ayırır. Ona göre bunların içerisinde en ideali olan “akli siyaset”tir (bilgiye ve akla dayanan ve kamu yararını gözeten). Ancak akli siyasetin yerini İslami devletlerde akıl dışılığın aldığını belirtir. İbn-i Haldun’a göre İslami yönetimlerde kamu yararı, salt hükümdarın yararı olarak tanımlanmıştır. Hükümdarlığın aynı soydan gelenlerin tabii bir hakkı ve onlara boyun eğmenin dini bir görev ve inanç olduğu fikrinin yerleştiğini belirtir. Bu boyun eğişin inanç savaşmalarını körüklediğini, yönetici zümrenin yönlendirmeleriyle halkın çok kolay savaşa girebildiği saptamasında bulunur. Devletlerin yozlaşmasında ve çöküşünde hükümdar ailelerinin rol oynadığını belirtir. İbn-i Haldun, soyluluğu ve asaleti hiçbir biyolojik temele dayandırmaz. O nedenle yönetimlerin aile kökenli olmasının değil; kahramanlığın ve cesaretin esas kriter olarak alınması gerektiğini söyler. Devletin kurucu, sürdürücü, taklitçi ve yıkıcı olan dört evrenin sonunda biyolojik hayatının sona ereceğini söyler. Ona göre devlet doğan büyüyen ve ölen bir organizmadır. İbn-i Haldun’un analizleri Doğu’da demokrasi açısından eksik olan parçaların neler olduğunu açıklar; ancak ulaşılmak istenen toplumsal ve yönetsel modelin ne olduğu sorusunun cevabımı tam olarak yanıtlamaz.

Batı’da demokrasi serüveni burjuva özelliklerin ötesine geçemezken ve halen aşılmayı bekleyen ciddi sorunlarla cebelleşirken, Doğu’da ise demokrasi daha doğmadan yerini timokrasiye bırakmıştır. Martin Luther’in inancın yozlaştığı, dinin birtakım bencil tutkular uğruna sömürüldüğü bir dönemde Katolik kilisesine karşı verdiği mücadelenin Doğu’da benzer bir örneğine rastlanmaması tesadüf değildir. İnançla insan arasına girenlerin tanrı adına yaptıklarını iddia ettikleri ne varsa kişisel çıkar ve sömürü eksenli olmuş ve bu primitif anlayış kader olarak görülmeye başlanmıştır.

* * *

İnsanlık tarihinde demokrasi sahnesi hiçbir zaman tam anlamıyla perdelerini kaldıramamış, sahne demokrasisi ise perdelerini hiç indirmemiştir…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar