TOPLUM 

MEDENİYET–TUVALET METAFORU

M.Ö. 2334 – M.Ö. 2279 yılları arasında Mezopotamya’da hüküm süren Akad Kralı I. Sargon, sarayında 6 adet tuvalet ve buna bağlı kanalizasyon sistemi yaptırdığında insanlık tarihine damga vurduğunun farkında mıydı? Mısır’da bilinen ilk özel tuvalet, M.Ö. 2890 – M.Ö. 2636 yılları arasına tarihlenen Saqqara’daki ev şeklinde tasarlanmış mezarlarda bulundu. Mısır inanışlarına göre hayat için gerekli olan yeme, içme, tuvalet gibi ihtiyaçlar ölüm için de gerekliydi ve bu sebepten bazı mezarlarda tuvalet ve banyo gibi öğelere yer verilirdi. Hindistan’da M.Ö. 3500’lü yıllarda İndus uygarlığında çok iyi tasarlanmış tuvalet ve kanalizasyon sistemleri kullanılmıştı. Sonrasında benzerine Girit ve Miken uygarlıklarında da rastlanmıştı. Anadolu’da ilk merkezi iktidar olarak kabul edilen Hititler, 4 bin yıl önce saraylarının banyo bölümlerinde ortada bir delik ve tuvalet taşının oturtulduğu dört kaideden oluşan oturaklı tuvaletler kullanmıştı. Antik Yunan’da tuvalet eğitimi çocuklara küçük yaşlarda verilir, bebekler için ise pişmiş topraktan yapılmış lazımlıklar kullanılırdı. Yunanlılar taşınabilir kaplar şeklinde tuvaletler kullanırlardı. İhtiyaç giderileceğinde başka bir odaya geçilir ya da evin dışına çıkılırdı ve dışkılar evin uzağına atılırdı. İnsanlar temizlik için su ya da sünger kullanırdı.

Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçildiğinde tuvaletlerin inşası zorunlu hale geldi. Tuvaletin toplumsal ve kültürel olarak benimsenmesi ciddi sağlık sorunlarının halledilmesi anlamına da geliyordu. Orta Çağ’da vebadan ölen 40 milyonun üzerinde insanın lağım farelerinin sırtındaki pirelerden bulaşan mikroplara kurban gittiği düşünülürse tuvaletin önemi daha iyi anlaşılabilir. Doğal afetlerde insanların yeme, içme ve barınma kadar önemli olan bir diğer ihtiyacı da tuvalettir. Depremzedelere yardım için önceliğiniz beslenme, barınma ve tuvalet değil de mescit kurmak olursa bu hayatın olağan akışına ters bir durumu ifade eder. İktidarın aklından geçenle halkın yaşamından geçenin örtüşmemesi durumudur bu. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide bulunan insan için yaşamını sürdürmek en öncelikli amaçtır.

Sanayi Devrimi sırasında işçilerin tuvalette geçirdiği süreler, işverenlerce kimi zaman eşine az rastlanan kısıtlamalara, hatta yasaklamalara kadar giden süreci beraberinde getirmiştir. Emekçiler açısından tuvalet sadece zorunlu ihtiyaç giderme yeridir; ancak kapitalizm açısından azgın kazanç dürtüsünün bir araçsalıdır. Tuvaletin bile isteye işverence bozulması yoluyla işçileri oradan uzak tutmak, tuvalette geçirilen süreyi zamana bağlamak ve uygulamaların doruk noktasına ulaşarak tuvaleti emekçilere yasaklamak… Tuvalette geçirilen süreye göz dikilmesi, tarladan tuvalete kadarki üretim sürecinde geçen her anın sömürü kıskacında olduğunun da kanıtıdır. İnsanlık tarihinin sürekli gelişimiyle (!) kastedilen, aynı zamanda sürekli bir sömürü sürecidir de. Üretim ilişkilerinde ilerlemeden bahsedilebilmesi için her aşamanın bir öncekinden daha sömürüden uzak ve refahın toplumsal tabana yayıldığı bir eksende olması gerekirdi. Oysa gidişat “yazın kar yağan baş” misalidir. İlkel toplumda kölelik yokken bir sonraki aşama köleci toplum olmuştur. Köleci toplumda feodal bey yokken sonrasında feodalitenin acımasız çarkı daha fazla insanın sömürülmesine zemin hazırlamıştır. Feodal toplumdaki üretim ilişkilerinden kapitalist topluma geçerken feodal beylerin yerini patronlar almış, köle ise yerini modern zaman kölesine, yani emekçiye bırakmıştır. Günümüzde sömürünün ulusallıktan uluslararası bir şekle bürünmesi kavramsal olarak tanımını değiştirmese de şekilsel olarak mutasyona uğratmıştır.

Dini inanç ile tuvalet kültürü arasında da birebir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çok tanrılı dinlerden tek tanrıya evrilen inançlar birbirlerinden doğarken birbirlerini de beslenmişlerdir. Tanrı tarafından dillendirildiği iddia edilen temiz olma emri, sadece ruhu değil, bedeni de kapsar. Temizlik anlayışı inancın temel eksenini oluşturur. Hz. Muhammed’in, “Kim hacet görmeye giderse gizlensin, şayet gizlenmek için bir kum tepeciğinden başka bir şey bulamazsa onu arkasına alsın” (Ebû Dâvûd, ‘Ṭahâret’, 19) hadisi, o devirde Arabistan’da helâ bulunmadığını ortaya koymaktadır. Nitekim Arapçada helâ yerine kullanılan kelimelerden kenîfin (kenef) sözlük anlamı da “sığınılacak, gizlenilecek kuytu yer”dir. Abdesthanelerin ortaya çıkmasındaki en önemli sebeplerden biri, utanma duygusunun yanı sıra kişinin kendini emniyete almak ihtiyacıdır. Yahudilikte, Mezuzalar Musevilerin evinin giriş kapısının sağ pervazına yerleştirdiği ve içinde Tevrat’tan metinler bulunan kutucuk olarak isimlendirilir. Bu kutucuklar evin sadece banyosuna ve tuvaletine konmazdı. Banyonun insanın kişisel temizliğinin, tuvaletin ise boşaltım işleminin yapıldığı yer olması nedeniyle evin bu bölümleri kirli kabul edilir, kutsal parçaların buralardan uzak tutulmasına özen gösterilirdi.

Tuvaletler, 19 ve 20’nci yüzyılın teknik imkânlarıyla kokusuz hale getirilinceye kadar evlerin dışında ve uzağında tutulmuştur. İslâmiyet’in ilk yıllarında Arabistan’da tuvalet bulunmuyordu. Buna rağmen Müslümanlar tarafından fethedilen ülkelerde görüldüğü zaman hemen benimsendiği ve kullanıldığı görülmüştür. Emeviler’in 8’inci yüzyılın ilk yarısında Suriye’de yaptıkları cami, hamam, saray ve kasır gibi büyük binaların hepsinde helâ bulunmaktadır. Şam’daki Emeviyye Camii’nin abdesthaneleri, İslâm âleminin bilinen ilk umumi helâsı durumundadır. Abdesthane, Anadolu’da M.Ö. I. binyıldan itibaren bilinmekle beraber ancak Türkler zamanında yaygınlaşabilmiştir. Romalıların, ilk umumi helâları hazineye gelir kaynağı olması amacıyla bir iş yeri gibi tesis etmelerine karşılık Müslümanlar, 20’nci yüzyılın ikinci yarısına kadar abdesthaneleri yalnız hayrat olarak halkın hizmetine sunmuşlardır. Bu yanıyla Romalılar daha erken olmasa da Müslümanlara göre daha erken kapitalistleşmeyi temsil ederler.

Orta Çağ Avrupa’sında toplumları etkileyen birçok konuda günümüz doğrularının ters yönde bir düşünce yapısı hüküm sürmekteydi. Sıcak suyun derinin gözeneklerini açtığı için mikropların daha kolay vücuda girdiği düşünülüyor, o neden hastalıkları yaydığına inanılıyordu. Kral XIV. Louis’in –Fransa’nın en uzun süre hüküm süren kralıdır (1643-1715)– eşi Kraliçe Marie Antoinette adına yaptırdığı Versay Sarayı’nda 1768 yılına kadar işleyen tuvalet yoktu. Devrimin altyapısını hazırlayan olaylar zincirinin sembol figürlerinden olan Antoinette, halkla yönetimin kaderinin ne kadar kopuk olabileceğinin, ciddiyetsiz yönetimlerin toplumu ne hale getirebileceğinin canlı kanıtıdır. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra tüm sarayda yalnızca 9 tane tuvalete yer verildi ve bunlar yalnızca kral ve yakın aile üyelerine aitti. Bunun nedeninin o dönem asillerinin istedikleri yerde tuvaletlerini yapabilme özgürlüğünün olduğu söylenir. Sarayın da içerisinde kuytu yerlerde ihtiyaç gidermeler başlamıştı. Lağım çukurları çok uzakta olduğu için lazımlıklar dolunca pencerelerden aşağı dökülüyordu. Bu uygulama yaygınlaştıkça sarayda ve şehrin birçok yerinde dayanılmaz kokular ortaya çıkmıştı. Parfümün tarihçesi her ne kadar Mısır’la başlayıp Asur, Roma ve Bizans’a kadar uzansa da Arap coğrafyasında –İslami ulemasının parfüm ve esansları önemsemesinin altında yatan sebep Hz. Muhammed’in hoş kokulara olan hayranlığıdır– El Kindi ve İbn-i Sina’nın hoş kokuların özünün damıtarak muhafaza etme yöntemini buldukları bilinir. Parfüm tarihinin kırılma noktası olan bu durum, sonrasında Orta Çağ Avrupa’sında parfümün endüstriyel bir ürün olarak seçkinler sınıfının kendi kokularıyla baş etme çabasına –hacetlenme özgürlüğüne– kadar gider. O nedenle parfümün endüstriyel bir ürün haline gelmesinin bir ucunun tuvalete dayandığını söylemek yanlış olmaz.

Bilincin önemine daha önce ‘Platon’un Mağara Alegorisine Doğu’dan Kısa Bir Bakış’ (*) yazımızda değinmeye çalışmıştık. Mağaranın içerişinde bulunanın gerçeklik algısı ile mağaradan dışarı çıkanın gerçeklik algısı arasındaki fark, hayalleri gerçeklerden kaçmak için kuranla kendisini gerçekliğin bir parçası olarak görenin farkıdır. Toplumları medeni kılan ya da medeniyetin uzağına savuran şey de bu iki bakış arasındaki mücadeledir. Tuvaleti insan metabolizmasının son uğrak yeri olarak değil, toplumsal hayatın içerisinde gelinen noktanın sağlamasının yapıldığı yer olarak görmek gerekir. Medeniyetle tuvalet arasındaki metaforik durumun yaşamla bağını kurmaya çalışmak, gelinecek noktayı, gelinen noktadan daha istendik bir boyuta taşımak demektir. Tuvaletle medeniyet arasında doğrusal bir ilişki vardır. Tuvalet yoksa medeniyet de yoktur.

(*) Ali Tatar’ın ‘Platon’un Mağara Alegorisine Doğu’dan Kısa Bir Bakış’ başlıklı yazısını okumak için tıklayabilirsiniz.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar