POLİTİKA TOPLUM 

İLERİCİ GERİCİLİK – İKTİDAR

Felsefi sistemi idealist düşünceler üzerine inşa eden Platon, maddi olmayan ilkelerin daha sağlam ve asli bir varlığı olduğunu söyleyerek maddi gerçeklerin bu idealizmden türediğini ileri sürer. Devleti de bu idealizm içerisinde kurgusal bir yere konumlandırır. Devlet; toplumdaki en kapsayıcı sosyal kurum olması, iş bölümünün ileri derecede olması ve silahlı gücü tekelinde tutması nedeniyle diğer kurumlardan ayrılır. Bir diğer önemli değişim egemenlik anlayışıyla ilgilidir. İlk Çağ’da devlet düşüncesinin temelinde  (teoloji ile şekillenen) asli unsur olarak tanrılar vardır ve tanrılar her şeyin mutlak sahibidir. Zamanla evrilen devlet düşüncesinde ise bunun yerini millet (ulus) almıştır.

Platon’un mağarasına takıntılı olan birisi olarak bu maddi gerçekliğin aynı zamanda maddi olmayan gerçeklikle bağının kurulması hikâyeyi anlamamızı kolaylaştırır. Hepimizin malumu mağarada yaşayan ilk insanın gereksinimleri çok çeşitli değildi. Beslenme, barınma, çoğalma, tehlikelerden korunma… Bugünün dünyasında da devletin en önemli asli görevi bu dört unsura yöneliktir. Beslenme, barınma, tehlikelerden korunma ve toplumun devamlılığı için nüfusun sağlıklı çoğalmasına zemin hazırlama… Toplumu memnun ve mutlu eden devlet, doğru yönetilen devlettir. Günümüzde Batı ile Doğu arasındaki ekonomik ve zihinsel uçurumun temelinde yaşama bakış açısı vardır. Oysa bu uçurum İbn-i Haldun’un ideali olan “akli siyaset”in (bilgiye ve akla dayanan ve kamu yararını gözeten) tanımlandığı yıllarda İslami devletlerde daha yeni terse dönmüştü. Eğer siz kamu yararını salt hükümdarın (yönetenin ve yandaşlarının) yararı olarak tanımlarsanız, hükümdarlığın aynı soydan gelenlerin tabii bir hakkı ve onlara boyun eğmenin de dini bir görev ve inanç olduğu sonucuna varırsınız. Devletlerin yozlaşmasında ve çöküşünde hükümdar ailelerinin rolü yadsınamaz. Soyluluğu ve asaleti biyolojik bir temele dayandırırsanız yozlaşmanın da temelini atmış olursunuz.

Türklerin Müslümanlığı kabulü (!) mütekabiliyet esasına dayanmaktadır. Bireysel olarak İslamiyet’e geçişleri (642-751) ile grup halinde din değiştirme, orduda ve yönetimde görevler üstlenmeleri (751-868) arasında 200 yıllık bir süre vardır. Toplu din değişiklikleri ve ilk Müslüman Türk devletlerinin kuruluşlarının ise (868-940) bir yüzyıl daha sürdüğüne tanık olursunuz. Talas Muharebesi her ne kadar Çinlilere karşı Müslüman Araplar ve Türklerin ittifakının zaferi olarak anlatılsa da aslında ortada Müslüman olmak isteyen Türklerden çok, pastadan pay almak isteyen Türkler vardır. Kaldı ki Türklerin geleneksel Gök Tanrı (Tengri) inancı antropomorfiz özellikler taşımıyordu. Yani tanrıları inanç açısından boşluk yaratacak, başka inançlara gıpta ile bakmalarını gerektirecek bir tanrı değildi. Türklerde göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş ve adaptasyon kolay olmamıştır. Sürekli gezerek yaşayan insanların bir yere yerleşmeleri, mülk edinmeleri, servet biriktirmeleri de uzun ve sancılı bir süreç olmuştur. Türklerde mülkiyet kavramının gelişememesinin nedenlerini bu geçişteki arızi durumlarda aramak gerekir. Zira Doğu’da Asya tipi üretim tarzına bağlı olarak sınıflar oluşamamıştır. Mücadeleler genellikle din eksenli olmuştur. Asyatik üretimden kaynaklanan servetin merkeze doğru akmasının devleti zenginleştireceği, bunun da halkın refahını artıracağı düşünülmüştür. Oysa devlet yerine devlet erkini elinde bulunduranlar, yani “küçük azınlıklar” zenginleşirken halk yoksullaşmıştır.

Tarih sahnesinde devletler kurucu, sürdürücü, taklitçi ve yıkıcı olan dört evrenin sonunda tıpkı bir organizma gibi biyolojik hayatlarını tamamlarlar. İktidarın yozlaşması, her şeyin sahibi olduğunu düşünmesi ve bu sahipliğin her şeyi yapma hakkını kendisine verdiğini sanmasıyla başlamaz. Bu sadece bir sonuçtur. Toplumsal yozlaşma, kurumların yozlaşmasını da beraberinde getirir. “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” diyen Lord Acton, yozlaşmanın hem ruhsal hem sosyal olduğunu bilmiyor olamazdı. İktidarlar olsa olsa yozlaşmanın nedeni değil, onu hızlandıran bir etken olabilirler. Yozlaşma, ekonomik koşullarla doğru orantılı bir trende sahiptir. Vatandaşın yaşam kalitesi ne kadar kötü olursa yozlaşma da o kadar etkin ve önü alınamaz şekilde yayılır.

Uzun süre devlet erkini elinde bulunduran İKTİDAR, birikiminin yeterliliğine bakmaksızın bir süre sonra otonom bir şekilde toplumu dizayn etmeye yeltenir. Eğitimi kendi inanç ve ahlak anlayışına göre sistematize ederek ileriye dönük bir hamle yapar. Hukuk sitemini alaşağı eder. Ekonomik kriz derinleşirken La Fontaine’den masallarla gerçekte yaşanan ile hayal edilenin yerini kitle iletişim araçlarını aracılığıyla değiştirmeye çalışır. Bu yolla önce kendi destekçilerini militarize eder. Böylece yaptığı / yapacağı baskının da legal çerçevesini ve destekçilerini yaratmış olur.

İlk diktatörün ‘demokrasi’ ile ‘dikta’ arasında bir durum olarak konuşulacaksa eğer bunun Peisistratos olduğu söylenir. Sonrasında tarih sahnesine çıkan baskıcı rejimler Peisistratos’a öykünmüşlerdir. Faşizm dendiğinde ise Niccolo Machiavelli’yi (ö. 1517) faşist teorinin kurucu babası olarak kabul etmek gerekir. Zira güce dayanan siyasal devlet tezinin babasıdır. ‘Prens’ adlı kitabında, gerektiğinde bir insanın devlet tarafından öldürülmesinin çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını belirterek prense öğütler vermektedir. Makyavelizm’in temelini bu öğütler oluşturur. Hitler (otoriter, anti-Marksist, antisemitik ve anti-demokratik bir dünya görüşü üzerine kurulmuş pan-Cermen milliyetçisiydi), Stalin (Gürcü milliyetçisidir), Mussolini (İtalya Sosyalist Partisi’nin sendikal kanadından gelmesine rağmen İtalyan Faşist Partisi’ni kurmuştur), İspanyol Franko, Güney Amerika ülkelerinde Agusto Pinoşhe ve daha pek çok isim bu düşüncenin temsilcileri olarak sayılabilir. Sıradan insanlar baskıcı rejimlerin stratejisinin derinliğini fark edemez. Fark ettiklerinde ise artık birçok şey için çok geçtir. Totaliter, timokratik iktidarların gücü bırakmamak adına yapamayacakları şey yoktur. Kendileri olmadan toplumun perişan olacağını düşünecek kadar bireycidirler, yapılan baskıların toplumun refahı ve huzuru adına yapıldığını savunacak kadar da toplumcudurlar. Kötülüğün sıradanlığına sığınarak geleneksel kötülükle açıklanamayacak zorbalıkların altına imza atarlar. Bu durum insani nedenlerle açıklanamaz. Radikal kötülükler silsilesi toplumun boğazına sarıldığında o vakit halk için sokaklardan daha güvenli bir yer kalmamış demektir.

Not: Yazı için seçilen ‘Medusa’nın Salı’ (1818-1819) tablosunu incelemenizi ve hikâyesini okumanızı tavsiye ediyorum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar