İLERİCİ GERİCİLİK – DOĞU
-ANKARA-
İslamiyet öncesi dönemde göçebe yaşam tarzı, –sürekli hareket halinde olan topluluklar açısından– özel mülkiyete izin vermiyordu. Ortak kullanım alanları topluluğun malıydı. Töreler, gelenekler kısmen de olsa eşitliği savunmaktaydı. Toplumsal yapının değişmesi için yerleşik hayata geçilmesi ve ticari alışkanlıkların dönüşüme uğraması gerekiyordu. Öyle de oldu. Yerleşik yaşam göçebe toplumun yapısını alaşağı etti. Bunun en belirgin görüntüsü “kadın” konusunda yaşandı. Üretimde başrol oynayan, çadırda başköşeye oturtulan, düşüncelerine başvurulan kadından, cariye olan, tek erkek için kavgaya tutuşan ve doğurganlık özelliği dışında dikkate alınmayan, bir erkeğin şahitliğinin karşısına iki kadının konduğu evrilme yaşandı. Tanrının, erkeği doğuranı ve büyüteni bir tarafa bırakıp sadece erkeği “elçi” olarak ilan ettiği iddiası Doğu’nun tarihini kökten değiştirdi.
Doğu’da feodalizmin sınıfsal boyutunun olmaması, askeri ve sivil bürokrasinin tahakküm alanını sınırsız sorumsuz hale getirdi. Kadim Doğu medeniyetlerinin zamanla feodalizmin ötesine geçememesi, Batı ile arasındaki temel farkı oluşturdu. Kısırlaştırılmış örgütlü hareketler zamanla halkın karşısında konumlandı. Bürokratların belirsiz kaynaklı zenginleşmesi, bu halin toplum tabanında muhalefetle karşılaşmaması “halksız devlet” ya da “devletsiz halk” anlayışını yarattı ve daha önemlisi bu durumu sürdürülebilir hale getirdi.
İslami bakış açısı her ne kadar iktidara oynamadığını söylese de tek tanrılı dinlerin doğası (doğuşu) gereği iktidardan başka bir yere oynamaz. Bu oyun, doğal olarak “gezginler ordusunu” yaratır. Gezginler ordusu, üretimle dönmeyen ekonominin, ganimetle döndürülmesi çabasının bir üründür. Hz. Muhammed’i, İslam’ın ordusu da hem inançsal açıdan yayılmayı hem toprak olarak büyümeyi hem de ganimet olarak zenginleşmeyi amaçlamıştır.
İslam’ın Hz. Muhammed sonrasında yaşadığı iktidar mücadelesi mezhepsel kamplaşmaların temelini oluşturmuştur. Hulefâ-yi Râşidin (Dört Halife) Devri, peygamberin ölümünden sonra Hz. Ebubekir’e biatla başlayan, Hz. Ömer ve sonrasında Hz. Osman’ın hilâfetleriyle süren ve son olarak Hz. Ali ile nihayete eren dönemdir. Dört Halife’den her birinin hilâfete geliş usulü farklı şekilde olmuştur. Örneğin Hz. Ebubekir hastalanıp ölüm döşeğine düştüğünde imamlık görevini Hz. Ömer’e bırakmıştır. Hz. Ömer hançerle ağır yaralandıktan sonra imamlık görevini Hz. Osman’a bırakmıştır. Hz. Osman şehit edildikten sonra ise Hz. Ali hilafet makamına getirilmiştir. Hz. Ali ise bir harici tarafından hançerle öldürülmüş, yerine bir vasi (varis) tayin etmemiştir. İslamiyet’in doğuş yıllarında yerleşik bir yönetim geleneği yoktur.
Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra Dört Halife Dönemi sona ermiştir. Emeviler (661-750), ilk Arap (İslam demiyorum) hanedanlığı olarak boy göstermiştir. Bu dönem, Hz. Ali yandaşlarını kökten kazımaya çalışma dönemidir de aynı zamanda. Dini siyasete alet etme geleneği Emeviler Dönemi’nde zirve yapmıştır. Bu konuyla ilgili olarak Hz. Ali taraftarı bir Kufelinin başından geçen deve hikâyesi anlatılır.
Kufe’den, Hz. Ali taraftarı bir Arap, devesiyle Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış, “Ver o dişi deveyi bana!” demiş. Tartışma büyümüş, Kufe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Kufe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra cemaate dönmüş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şamlınındır!
Kufeli, şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Kufeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Kufe’ye dönünce Hz. Ali’ye de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var, ayağını denk al!”
Eyalet sistemi ile yönetimi elinde bulunduran Emeviler, İslam devletinden daha çok bir Arap devletinin karakterini göstermiştir. Müslüman Araplarla, Arap olmayan Müslümanları birbirinden ayırmaları yıkılmalarının en önemli nedeniydi. Arapçayı devletin tek resmi dili yaptılar. Devlet gelirleri ise iki kalemdi: “Vergiler” ve “ganimetler”.
Emevi hükümdarı Muaviye, Hz Ali’nin oğlu Hz. Hasan’la ileride Hz. Hüseyin’in halife olması konusunda anlaşmasına rağmen yerine oğlu Yezid’i getirdi. Hz. Hüseyin de Kufe’ye doğru küçük bir grupla yürüyüşe geçti. Ancak Kerbela yakınlarında Yezid’in ordusunun kuşatmasıyla karşılaştı. Biat etmesi konusundaki teklifi reddetmesi üzerine yanındakilerle birlikte katledildi (Kerbela Olayı – 10 Ekim 680). Bu olay; sadece İslam tarihi açısından değil, Doğu’nun tarihinde de Hz. Hüseyin’in cesareti üzerinden haksızlığa karşı duruşu, biat etmemeyi ve doğrular uğruna savaşmayı, Yezid üzerinden de zulüm, adaletsizlik, kibir, halktan ve haktan kopukluğu sembolize eder. Muhammed’in İslam’ın Kerbela’da Hz. Hüseyin’in kanına karışarak kuma gömüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
711 tarihinde Müslüman Araplar ile İspanyol Vizigotlar arasında yaşanan savaş, sonuçları itibariyle İspanya’da 700 yılı aşkın süren İslam medeniyetinin kurucu unsurlarından biri oldu. Endülüsler; İbni Haldun, Ebu Hayyan, İbni Rüşd, İbni Hazm ve yıllarca Anadolu‘da Selçuklu sultanlarına yol gösteren ve kitaplar yazan Muhyiddin İbni Arabi gibi entelektüellerin yetiştiği iklimi yarattı. İslami aydınlanma çağının başlangıcı olarak kabul edilen bu dönem İslam coğrafyasından fiziki olarak uzaklığı ve Gazali’nin “içtihatsız kapısı” tercih edildiği için sürdürülebilir olamadı.
Karluk Türklerinin destek verdiği Müslüman Araplar ile Çinliler arasında Talas Savaşı (751) yapıldığında, savaşı kazanan Arapların, Türklerin Müslümanlaşma sürecini başlatacağını kimse tahmin edemezdi. Bu başlangıç, sanılanın aksine mütekabil şekilde gerçekleşmedi. Örneğin Emevilerin Irak Valisi Haccac bin Yusuf es-Sekafi (Zalim Haccac) gibi meşhur tipler bu süreçte muhaliflere karşı uyguladıkları sert yöntemlerle ve yargısız infazlarla halkın her kesiminden tepki çekti. Zalim Haccac, buna rağmen kişisel çıkarları uğruna savunduğu dini kirli emellerine alet etmekten çekinmedi.
Orta Asya’da Moğol İmparatorluğu’nu kuran Cengiz Han topraklarını genişletmek için Doğu’ya ve Batı’ya seferler düzenlemiştir. Moğol İstilası olarak anılan bu seferler tüm dünyaya, özellikle de Avrupa’ya korku salmıştır. 3 ila 6 milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Moğol İmparatorluğu’nun baskısı sonucu Türki kavimlerin Anadolu’ya göç etmeleri Anadolu’yu hızla Türkleştirmiştir. Moğollarla komşu olan Anadolu Selçuklu devletlerinin bu kavimle yaptıkları savaşları kaybetmeleriyle Anadolu’nun siyasi birliği bozulmuş, beylikler dönemi başlatmıştır. İpek Yolu Moğol İmparatorluğu’nun kontrolüne girdiğinde Asya ve Doğu Avrupa’da birçok devlet kuran Moğollar, Rusya’nın devletleşmesini engelledikleri gibi göçebe halkın da yerleşik yaşama geçmesine sebep olmuştur.
Moğol İstilası’nın Doğu’ya, özellikle de İslamiyet’e etkileri onulmaz olmuştur. Birçok kütüphane (dönemin sayılı ve zengin kütüphaneleridir bunlar) yakılmış ve talan edilmiştir. Abbasiler tarafından 9’uncu yüzyılın başlarında Bağdat’ta kurulan Beyt’ül Hikmet (Bağdat Kütüphanesi), 1260’da Moğollar tarafından yağmalanarak yakılmış ve kitapları Dicle Nehri’ne atılmıştır. Her yelpazeden ender eserlerin yer aldığı bu kütüphane tarihin en zengin birkaç kütüphanesi arasında sayılır. Bu yağmalamanın etkileri günümüzde de farklı boyutlarda devam etmektedir.
Anadolu’da beylikler döneminin ardından kurulan Osmanlı İmparatorluğu 3 kıtaya nam salmasına, 600 yılı aşkın yaşamasına rağmen emperyalist bir karakter gösterememiştir. İmparatorluk kimi anahtar gelişmelerde genelde (matbaa 300 yıl sonra) geriden gelmiştir. Yöneticilerin dirayetiyle sınırlı yenilikler, gelişmeler toplumsal tabanda karşılık bulamamıştır. İmparatorluk, gelişimi yaratamamanın sonucu olarak yaşama yön verememiş ve yönlendirmelere açık olmuştur. Günümüzde halen prim yapan “iç mihraklar” ve “dış mihraklar” söylemlerinin kökeninde bu “ilerici-gerici” bakış yatmaktadır.
Doğu coğrafyasının çağımızda da sömürü coğrafyası olmasının arka planında sömürüyü kader olarak gören Muaviye, Yezid, Zalim Haccac tipi yöneticilerin rolü büyüktür. Daha önemlisi baskıcı politikalara muhalif bir damar oluşmamıştır. Münevverin mağaradan çıkmak yerine yöneticinin dizinin dibinde oturmayı tercih etmesi öncü muhalif damarın oluşmasını engelleyen diğer etkendir.
Doğu’daki (İslam coğrafyasında) savaşı İslam’ın adil düzeni değil, yazık ki zulüm, adaletsizlik, kibir, halktan ve haktan kopukluk kazanmıştır. Kitlesel hareketler (cemaatten vatandaşa geçilememiş olmasından sebep) geriliğin önüne set kuramamıştır. Doğu’da isyanlar teoride “halk adına” olsa da pratikte “halka rağmen” olmuştur. İslam ahlakı ile isyan ahlakı arasındaki bu örtüşmezlik hali zalimi iktidarda tutarken mazlumu muhalefette dahi tutamamıştır.