İLAHİ AŞK / İLAHİ İMLA
-ANKARA-
‘İlahi aşk’ın esası ‘vahdet-i vücut’ (varlığın bir “tek” oluşu) düşüncesidir. Varlık, “Mutlak Varlık” ile O’nun aynada yansımalarından oluşan görüntülerden ibarettir. Bu bağlamda “vahdet-i vücut”, tanrı-âlem-insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemidir. Bu üçlü ilişkinin Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirildiği söylenir. İnsan, insanın içinde yaşadığı âlem ve bu âlemi yarattığı düşünülen tanrı. Arabî, “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır” derken tam da bundan bahseder. İlahi aşk El-Hak’la ilgili değil, En’el Hakk’la ilgilidir. El-Hakk, tanrının kendisi değil, bulunduğu yerdir. İlahi aşk, tanrının bir parçası olduğunun farkına varmak ve bedenin değil, ruhun doyurulması gerektiğini düşünmektir. Zira aşkta –ister insanın insana, ister insanın tanrıya yönelimine ilişkin olsun her iki durumda da– ruhun ihtiyaçlarını doyurma çabası ağır basar. İlahi aşkta kuvvetli taraf olan tanrıyken, ayakları yere basan aşkta maşuktur, aralarındaki öncelikli benzerlik de buradan gelir.
Hallac-ı Mansur (M.S. 858 – İran / 992 – Bağdat), Fars kökenli, spiritüalist (öte âlemci) yazar ve şair olarak bilinir. Hallac’ın asıl ünü “En’el Hakk” düşüncesinden gelir. Hallac’ın zindanda iken yazdığı ve günümüze ulaşan tek eseri ‘Tavasin’dir. Ona göre Allah’ın ilk yarattığı şey Hz. Muhammed’in nurudur. Hallac; Hz. Âdem’in bedenlerin, Hz. Muhammed’in ise ruhların babası olduğunu iddia eder. Dinlerin aynı hakikate farklı açılardan baktığını, aslında hepsinin tek din olduğunu belirtmesi de yeni bir bakış açısıdır. Hallac, ilahi aşkı da tıpkı insanın insana aşkı gibi bir zevk ve haz aracı olarak değil, elem ve azap olarak görür. Âşığın maşuk uğruna en acı ıstırabı tereddüt etmeden göze alması gerektiğini düşünür. Hallac’ın öldürülmesine, tanrı ile yaşadığını iddia ettiği ve ismine “baba aşkı” dediği durumun gerekçe olarak gösterildiği söylenir. Bu aşk sonsuz zaman sonrasından sonsuz zaman sonrasına kadardır. İdam edildiği gün vücudundan akan kanla abdest aldığı ve “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır” dediği rivayet olunur. Hallac gündelik hayatında sadece siyah bir elbise giyinirdi. Bunun, davranışı kendisine yansıyan insanın alameti olduğunu söylerdi. Hallac sadece tuz ve sirke ile beslenirdi, Ramazan’da ilk gün orucunu tutup son gün açması da göstermektedir ki onda ilahi aşk tek gerçekliktir. Hallac’a göre, En’el Hakk; tanrı olmak değil, tanrı parçacığı olduğunun farkında olmaktır. Bu nedenle bütün yollar tanrıya çıkar, çıkmadığı söylenen yollar da o yolun değeri bilinsin diye tanrının isteğiyle böyle dizayn edilmiştir.
Muhiyiddin Arabî (M.S. 1165 – İspanya / 1240 – Suriye), Endülüslü İslam düşünürü. Unvanı Şeyhü’l Ekber’dir (Büyük Âlim, Veli, Rehber). Gazali, İbn-i Rüşd, Şihabettin Sühreverdi’den etkilenmiştir. Ki bu kişiler İslam medeniyetinin en ileri düşünsel döneminin önde gelen fikir insanlarıdır. Arabî, yaşadığı çağın düşünsel nimetlerinden faydalanmakla kalmamış, onu bir adım ileri götürerek sistematize etmenin derdine düşmüştür. “Vahdet-i vücut” anlayışı da böyle bir bakış açısının ürünüdür. Arabî yazdıklarını, düşündüklerini “ilahi imla” olarak tanımlar. İlahi imla, “Söylenmiş ve söylenecek olan ne varsa hepsi Allah’a dairdir” demenin tasavvufî yoludur. Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışı tam da bu noktada başlar. Tüm yolların O’na (Tanrı) çıkması, tüm doğruların O’nu işaret etmesi, tüm gerçeklerin O’ndan doğmuş ve doğacak olması. İmlayı (insanı) ilahi bir kudretin ve kuvvetin parçası haline getirir.
İmadeddin (Seyid) Nesimî (M.S. 1369 – Azerbaycan, Şamakı / 1417, Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür), varlık aynasını insan olarak görür. İnsanı korumak, insana saygı göstermek, varlık aynasındaki güzelliği ortaya çıkarır. Nesimî’ye göre tanrı insan yüzünde görülür. İnsan ceset ve ruhtan ibaret olmasına rağmen aslında daha yüce bir varlıktır. Rızkını Hûda’dan alan insanın, varlık denizindeki nimetlere tamah etmemesi onu tanrıya yaklaştırır. Nesimî buna “hakikat şehrine ulaşmak” der. İlahi aşkın son durağı da burasıdır. (Aleviliğin felsefî bakış açısıyla kelimesi kelimesine aynıdır.)
Seyyid Nesimî, ‘İlahi’ şiiri yüzünden dönemin gerici yönetimi ve destekçisi yobazlar tarafından derisini yüzülerek idam edilmiştir.
“Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam/ Cevheri lamekan benim kavn ü mekana sığmazam.” (İnsanın ruhu Hakk’a bağlıdır. Ruha doğru baktığınızda (Tanrı Âdem’e ruhu üfürdüğü için) bu ruh zamana ve mekâna sığmaz.)
“Arş ile ferş ü kaf ü nun bende bulundu cümle çün/ Kes sözünü uzatma kim şerh u beyana sığmazam.” (Yeryüzü, gökyüzü “ol” emri ile bütün her şey bende bulunduğu için, kes sesini uzatma, sus, çünkü benim gerçeğim sözlerle açıklanamaz.)
Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî, bilinen adıyla Hace Ahmed Yesevi (M.S. 1093 – Sayram / 1166 – Türkistan), Yesevilik adıyla anılan tasavvufî akımın kurucusu olan Türk İslam âlimidir. Düşüncelerinin Anadolu’daki temsilcileri arasından Şeyh Lokman-ı Perende, Sarı Saltuk, Hace Bektaş-i Veli, Hace Bayram-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve daha birçokları sayılabilir. Sadece İslam inancı açısından değil aynı zamanda diğer inançlara da etki eden bu tasavvufî düşünceler Alevilikte Dört Kapı (Şeriat-Tarikat-Marifet-Hakikat) – Kırk Makam olarak sistematize edilmiştir. Alevilikteki “Çilehane” insan ile ilahı arasındaki aşkın mekânı olabilir. Ahmed Yesevî, vefatına kadar kendi hazırlatmış olduğu Çilehane’de ibadet ve riyâzetle meşgul olmuştur. Çilehane’de ne kadar kaldığı belli değildir; fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve vefatına kadar orada ibadet ettiği muhakkaktır. Çilehane, ana rahmi gibi yeniden doğuş için dünyevî hayatta en müsait bir zemin olarak kabul edilir. Burada edilen dualar ve yapılan zikirler ruhu arındırır, insan iradî açıdan bilenmiş olarak çıkar. Çilehaneler bir irfan sofrasıdır. Kişi orada ruhunu doyurur, gerçek huzur ve saadeti bulur. Lokman-ı Perende, Sarı Saltuk, Hace Bektaş-i Veli, Hace Bayram-ı Veli, Mevlana gibi inanç önderleri (Alevi inancının yayıcıları) bir lokma, bir hırka anlayışını bu temel felsefeyle yoğurmuştur. Çilehane’de tanrının eşref-i mahlûkat (yaratılanların en şereflisi) olarak yarattığı kişi insan-ı kâmillik mertebesinden –İnsanın yaratılmış varlıklar arasında en mükemmeli olduğu ve en mükemmelin peygamber olduğunun kabulü esasına dayanır– hareketle ‘vahdet-i vücut’a inanır, bu düşünce o kişiyi En’el Hakk’a götürür. Tanrı parçacığı olduğunun farkına varan insan “ilahi imla”yı yaşamında tek gerçek olarak görür ve ‘Nur’un ‘Nur’u olur.