FELSEFE TOPLUM 

DÜZENİN YABANCILAŞMASI VE DÜZENE YABANCILAŞMA

Yabancılaşma” kavramını tarihte ilk kullananın Plotinos (M.S. 205-270) olduğu söylenir. Plotinos, “Var olan tek bir şeydir. O da tindir, Tanrı’dır” der. Plotinos O’nu “bir” olarak adlandırır. O’nun haricindeki tüm şeylerin O’ndan var olduğu, başlangıcının “O” olduğu tezinden hareket eder. Bu “aşkın ‘bir’den” her şeyin çıkması varlık hiyerarşisi şeklinde olur. Oysa yaşamda aşkın olanın “düşünen insan” olduğu varsayılırsa, Plotinos’un düşüncesine yüzyıllar sonrasından bir muhalefet şerhi düşülebilir: “Daha Allah ile cihan yok iken/ Biz anı var edip ilan eyledik/ Hakk’a hiçbir layık mekân yok iken/ Hanemize aldık mihman eyledik.” – Edib Harabi (M.S. 1863-1917)

İster Plotinosca, ister Harabice bakalım, insanın doğadan kopuşu, içerisinde yaşadığı toplumun kültürel bir formu olarak kendi zihin dünyasını inşa etmesi şeklinde gerçekleşir. İnançların felsefi yanlarında doğaya saygı, doğayla bütünleşme ve doğaya katkı vardır, olmalıdır. Bu katkı doğayla daha üst düzey bir bütünleşme anlamı taşır. Yabancılaşma kavramı tırnak içinde “modern” anlamını sanayi toplumuna geçişle kazanmış ve 21’inci yüzyıl küreselleşme olgusuyla da zirve yapmıştır. Sınıfsız, sınırsız bir dünyada doğa ile barışık birey, doğanın en önemli parçasıdır. Marksist literatür bu durumu “öz-yabancılaşma” olarak tanımlar. Süreç doğal seyir izler ve kendi ırmağından kendi ummanına dökülme şeklindedir. Örneğin tarlada karga kovalayan bir çocuğun iyi bir eğitimle 8 dil öğrenmesi, 4 bine yakın kitap okuması, 13 kitap yazması, birçok savaşın kazanılmasında başkomutan rolü üstlenerek emperyalistlerin ardına teneke bağlaması ve ülkesinin inşasında başmimar olması, kendi ırmağından ummanına dökülmektir.

Piyasa kanununun egemen olduğu, bireyin sadece artı değer üretirken ve tüketici pozisyonunda dikkate alındığı üretim çarkına “Endüstriyel Kapitalizm” diyoruz. Endüstriyel kapitalizmde yabancılaşma, özne ile nesne arasındaki ilişkinin bozulması ya da öznenin ötekileşmesiyle sonuçlanır. Kapitalizm, bireyi kendi doğasına (emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama) yabancılaştırır, onu pazarın çark dişlilerinden birisi haline getirir. Duygu içermeyen, mekanik bir dönüşümdür bu. İnsanı, yaşamı değiştirme gücünü kendinde görmeyen bir zavallılık ve tükenme haline sürükler. O nedenle endüstriyel kapitalizmin en büyük sermayesi bireyin hiçleşmesidir.

İnsanın tarihi, insanın yabancılaşmasının tarihi olarak yazılabilir” der Erich Kahler. Erich Fromm, “Özgürlükten Kaçış” kuramı ile yabancılaşmış bireyi ele alırken; bireyin kendisi ve dış dünya ile üretici bir ilişki içinde olmadığını söyler. Fromm’un “bireyin davranışlarının sonuçlarına katlanmayı reddetmesini ya da kabul etmemesini çocukluk hastalığı olarak görmesi” doğrudur; ancak eksik bir doğrudur. Oysa bu durum aynı zamanda toplumsal bir rahatsızlıktır. Toplum bu bakışının faturasını yaşamın her alanında ziyadesiyle öder. Böyle bir durum, bireysel bir aynadan kendisini seyreden toplum halidir. Hastalığın adı, “sürekli şikâyet haline bağlı çözümsüzlük sendromu”dur.

Mary Shelley’in ‘Frankenstein’ romanını okumayan çoktur; ancak Frankenstein tipini bilmeyen yoktur. Romanda özetle öğrenci olan kahramanımız Victor Frankenstein, hayat vermenin sırrını deneyleriyle keşfeder ve insanı yeniden yaratmak ister. Bir nevi tanrısallaşma eğilimi gösterir. Mezarlardan topladığı ceset parçalarını birleştirerek bir canlı yaratma gayreti, istediği gibi sonuçlanmaz. Yarattığı şey “canavarlaşır”, yaratıcısı başta olmak üzere insanlara zarar vermeye başlar. Aslında kahramanımız, yaşadığı toplumda yalnızlaşan bireyi sembolize eder. Ona “canavar” denmesinin nedeni ise yaratıcısının programına uymamasındandır, normal çizginin dışına çıkmasındandır; yoksa kontrolden çıkmasından değil… İşte, bu süreç bir nevi “kendini arama” ve “yeniden yaratma” süreci olamaz mı? Yoksa endüstriyel kapitalizmdeki hiçleşmiş bireyin parçalarından sağlıklı bir bütün oluşturmak mümkün değildir.

Franz Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünde, Gregor Samsa bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur ve yaşamı tümden değişir. Samsa’nın başına gelenler, “toplumun farklı olana yaptığı muamele” ya da “yaşamdan kopmanın verdiği yalnızlık ve gelecekten herhangi bir şey ummamak” olarak nitelendirilebilir. Kişinin içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler ağında, kendisiyle ilgili hayallerini ertelemesi, umutlarını koruyamaması tam anlamıyla yaşamsal bağın kopmasıdır. Kafka’nın ‘Dava’ adlı romanında da bir sabah uyandığında kendisini sebebini bilmediği bir suçtan dava edilmiş olarak bulan Josef K.’nın hikâyesi anlatılır. Çevresindeki herkes enteresan bir şekilde davadan haberdardır. Josef K., mahkemeye çıkmaz, savunması alınmaz, savcılarla da görüşemez. Sonrasında dava onun için bir saplantı haline gelir ve çaresizlik içinde kendisiyle ilgili cezayı (suçunun ne olduğunu bilmeden) beklemeye başlar. Aslında Josef K. ile ilgili gerçek bir dava yoktur. Kişinin yaşamca mahkûm edilmişliğinin anlatımıdır bu. Yazık ki kahramanımız bunun hiçbir zaman farkına varmaz. Nedeni, o bilince ulaşamamasındandır. Kadere razı olmak, olan biten karşısında teslimiyetçi bir tavra bürünmek kendini yaratamamanın, birey olamamanın tabii bir sonucudur.

Ali Şeriati de, yabancılaşmayı, “makinenin, insanın insanlığına müdahale etmesi sonucunda ortaya çıkan ve insani yaratıcılığı yok ederek insanın kendisine, diğer insanlara ve çevresine karşı duyarlılığını yitirmesine yol açan bir süreç” olarak tanımlar. Şeriati’ye göre yabancılaşmanın boyutunu artıran şey; tüketmek için var olmak, var olmak için tüketmektir. Öze dönüşte Şeriati, Marx’ın yabancılaşma kuramına ilişkin bir eleştiri de getirdi. Şeriati’ye göre, “Marx ve Engels, Avrupa’da toplanan tüm servetin Avrupa proletaryasının emeğinin ve üretim tekniklerinin bir sonucu olduğunu sandılar; oysa serveti oluşturan yağmaydı, Asya ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesiydi”. Bu saptama, Avrupa’nın “şımarık birey”ine, Batı’nın küçümser bakışına, birbirine yabancı ve yabani ilişkilerine Doğu’dan bir eleştiri niteliğindedir.

Ece Ayhan’ın ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ şiirindeki şu dizeler de dikkat çekicidir: “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ Devlet dersinde öldürülmüştür.

Ömrün parantez içinde kişinin yaptıklarını belirleyen, ona yön veren, ömrün uzunluğu değil, kalitesidir. Kalite, kendini yaratmanın önkoşulu değil, son koşuludur. Bireylerin içerisinde bulunduğu mekanizmanın (devlet mekanizması) kalitesi de buna bağlıdır.

Cemal Süreya, yabancılaşma ile ilgili olarak, “Yabancılaşmanın insan zihnine sunduğu tek olanak tümdengelimdir” der ve “Türk aydını başta olmak üzere bu topraklardaki insanlar tümevarım yeteneğini uzun süre kaybetmiştir, oysa tümdengelim tüme varmış bir düşüncenin hakkı olmalıdır” diye de ekler. Yetenek kaybının uzunluğu, birey olabilmiş kişi sayısının (her alanda yaratıların) azlığındandır.

Günümüzde farkındalık düzeyi yüksek bir topluma dönüşebilmenin anahtarı, bireyin “kendini inşa” süreci ve düzeyidir. Süreç, yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Temelsiz bireyin, kendi dışındakini yabancı, öteki, münafık olarak algılaması ise algıda seçiciliğe değil, hiçleşmiş bireyin algı bozukluğuna delalettir. Bu durum, “kendi zincirini çözmeden, başkasının azatçısı olma çabasıdır”. (Nietzsche)

İnsanoğlunun yaşadığı salgın hastalıklar gibi travmalar üretim ilişkilerini, kişisel ilişkileri sorgulamak için bir fırsat olarak görülebilir. Doğanın parçası olmak, doğayı rahat bırakmakla mümkündür. Modern(!) toplumdaki şımartılmış bireyin “Ben bilirim, ben yaparım, bir şey olmaz” yaklaşımı hem birey hem de içinde yaşadığı toplum açısından içi boş bir özgüven fısıltısıdır. Yabancılaşmanın ortadan kalkması ancak ve ancak doğayla paralel bir düzenin kurulmasıyla ve doğanın parçası olan insanın çokluğuyla doğru orantılıdır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar