EDEBİYAT FELSEFE 

AŞK; İLAHÎ

İlahî aşkın, vahdet-i vücut ile başlayan ve Enel Hak’ka kadar giden, kimi yerde ruh ile bedeni kavga haline sokan (İnsan – Tanrı – Âlem) bir yolculuk olduğunu belirtmiştik. Yolculuk varlıktan hiçliğe doğruydu. Hiçlik, tanrı ile yek olmanın adıydı. Âdemoğlunda ise aşkta yolculuk kalpten kalbe doğrudur. Ve ruh ile beden kavga halinde değildir, ortak çıkar için hareket eder haldedir. Aşk, tarafsız bir cenk halidir ve bu cengin kaybedeni olmadığı kadar kazananı da yoktur. Nâzım Hikmet’in ‘Tahir ile Zühre Meselesi’ şiirindeki şu dizeleri hatırlayın: “Yani sen elmayı seviyorsun diye/ Elmanın da seni sevmesi şart mı?/ Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/ Yahut hiç sevmeseydi/ Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Cemal Süreya’nın ‘Aşk’ şiirinde, “Şimdi sen kalkıp gidiyorsun, git” diye başlayan ve “Ki Karaköy Köprüsü’ne yağmur yağarken/ Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti/ Çünkü iki kişiydik” diye devam eden, aslında aşktan daha çok ayrılığa serenat olarak yazılan şiirde iki kişi olduğunu söylese de Süreya, tek kişinin çığlıklarını barındırır o duygular. Yılmaz Odabaşı’nın ‘Aşk Tek Kişiliktir’ şiirinde de, “Tek kişilik kalabalıktır aşk/ Aşk tek kişiliktir, ikinci bir kişiye bilet yoktur/ Kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi/ Kendinin mayası/ Herkes kendi sevgisini sever” denilerek tek yanlılığına vurgu yapılır aşkın.

Üretim ilişkileri hangi minvalde ise insanın duyguları da ona bağlı seyir izler. Gelenekçi, kimi yerde kapalı, muhafazakâr toplumun aşkı ile kurallara şekil verebilen, yargılamayı, sorgulamayı alışkanlık haline getirmiş toplumun aşkı şekil olarak aynı gibi gözükse de özde farklıdır. İnsanların şehirde ya da kırsalda yaşıyor olmaları, eğitim seviyeleri, bilgi düzeyleri aşkın formunu etkiler/belirler. Yaradılış hikâyeleri bu belirginliğin izleriyle doludur. Örneğin, Sümerlerin yaradılış mitosunda ‘Anu’ (Gök) eril, ‘Ki’ (Yer) dişildir. Onların birleşmesinden hava tanrısı ‘Enlil’ doğmuştur. Farklı inançlara ait yaradılış hikâyeleri birbirini doğurmuş/beslemiştir. Bu hikâyeler aşkın tohumlarının ekildiği ilk tarlalardır.

Batı’da “salon kadını” (bu tabiri ilk olarak Cemil Meriç kullanmıştır), şehrin nimetlerinden yararlanmayı bilen, erkeğin bulunduğu yerde bulunan ve onun tahakküm alanına ancak ve ancak kendi inisiyatifini kullanmak şartıyla giren kadındır. Karar mekanizmasının en tepesinde yer alır. Doğu’da ise aşk, önce tanrıya yönelmiş, sonrasında bir türlü yere inememiştir. Bu, toplumsal yapının dine meyli ile ilgili bir durumdur. Leyla ile Mecnun hikâyesi, Arap, Türk, Fars ve Urdu edebiyatlarında işlenmiş bir hikâyedir. Mecnun’un 689 yılı civarında öldüğü ve adının ‘Kays B. Mülevvah El-Âmirî’ isimli şairin lakabı olduğu söylenir. Leyla ve Mecnun hikâyesi şöyledir:

Necid’de (Hicaz ile Irak arasında kalan çölleriyle ünlü bölge) bulunan Benî Âmir kabilesine mensup Kays (Mecnun) ile Leyla hayvanlarını otlatırken birbirlerini severler. Büyüyüp aşklarının meydana çıkması üzerine Leyla çadırda alıkonur ve Kays’a gösterilmez. Bunun üzerine Kays’ta aşkın ilk ıstırabı başlar; babasına Leyla’yı istemesini söyler. Ancak aşkları sebebiyle kızın adı dillere düşüp namusu lekelendiği için bu teklif reddedilir ve Leyla bir başkasıyla evlendirilir. Kays, ıstırabın tesiriyle aklını büsbütün kaybeder. Babası şifa ümidiyle Mecnun’u Mekke ve Medine’ye götürürse de Mecnun Allah’a aşkını artırması için dua eder ve çöllere kaçarak vahşi hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar. Bir gün Leyla çölde Mecnun’u bulur; ama Mecnun onu tanımaz ve ‘Leyla benim içimdedir, sen kimsin?’ der. Leyla, Mecnun’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner. Bu olayın üzerinden fazla zaman geçmeden Leyla hayata gözlerini yumar. Mecnun da onun için ağıtlar söyleyip çöllerde dolaşmaya devam eder. Nihayet bir gün onun da ölüsü bulunur.

Aşkın değişmez karakteri acı çekmek ve kavuşamama durumudur. Araya girerek aşka engel olmaya çalışanlar aşkın büyümesine de yardımcı olduklarının farkında değildir. Oysa kavuşulduğunda “aşk” olmayacağını sanki âşık ile maşuk da bilmektedir. Doğu’da aşk meselesinde kadının statik durumu değişkenlik göstermez. Toplumsal yapıda kadına biçilen rol “rahat durması”, “evinde kalması”, “edepli olması” yönündedir. Doğurganlık özelliği öne çıkarılan, erkeğin hazzını giderici rolü ana eksen olarak alınan, erkek (devlet) tarafından terbiye edilebilecek birisi olarak görülen kadın, aşktaki statikliğinin doğal sonucudur. Oysa kadının, elinin hamuruyla erkeğin maşuku olmasına itiraz edilmemiştir.

Doğu’da aşkla ilgili yanılgı, nesneleştirilen kadına âşık olunabileceği yanılgısıdır. Yoksa aşk meselesinde kendini çöllere vuran Mecnun’un üzerine titrendiği kadar çadırda kahrından ölmesine izin verilen Leyla’nın üzerine titrenmemesinin başkaca izahı olabilir mi?  

Kürt aşk hikâyesi ‘Mem u Zin’inde (Ahmed-i Xani) iki gencin gerçek aşkı anlatılır. Olay Şırnak’ın Cizre ilçesine bağlı Botan’da geçer. Cizre Beyi Mir Zeynuddin’in kız kardeşi Zin ile divan kâtibinin oğlu olan Memo arasında yaşanan gerçek aşk öyküsüdür. Nevroz Bayramı’nda erkek kıyafetinde şenliklere gizlice katılan Zin’in Mem ile şenlikte karşılaşmasıyla başlayan ve ardından hızla büyüyen aşk, zamanla kentte herkes tarafından bilinir hale geliyor. Ancak Zin’in abisi Bey Mir Zeynuddin’in kapıcılığını yapan ve halk arasında “Beko” olarak çağrılan Bekir, ikiyüzlü ve fitne kişiliğiyle Mem ile Zin’in aşkına engel olmaya çalışır. Mem aşkını itiraf eder. İtiraf üzerine Mem, bey tarafından zindana atılır. Bir süre sonra Bey Zeynuddin, Mem ile Zin arasındaki aşkın ilahî aşka dönüştüğünü anlayınca Zin’e, Mem’i zindanda görmesi için izin verir. Zin’in zindandaki ziyareti sırasında Mem ölür. Bunun üzerine Mem’in sadık arkadaşı Tacdin, Bekir’i öldürerek intikam alır. Mem’in mezarı başından hiç ayrılmadan ağlayan Zin, burada ölür. Bey, Mem’in mezarını açtırarak Zin’i de oraya gömer.

Shakespeare’in ‘Romeo & Juliet’inde ise durum biraz farklıdır. Shakespeare’in ‘Romeo & Juliet’i İtalya’nın Verona kentinde ve 15’inci yüzyılda geçer. Shakespeare eserindeki karakterler birbirine düşman iki ailenin (Montague ve Capulet aileleri) çocuklarıdır. Eserde, Romeo ve Juliet arasındaki aşk kaleme alınır. Eserdeki ünlü balkon sahnesini bilmeyen yoktur. (Bizdeki cama taş atan âşık sahnesini hatırlayın.) Birbirlerine olan aşklarının boyutunu ve evlenmek istediklerini dile getirdikleri sahnedir. Ailelerinden gizli olarak evlilik kararı alırlar. Ancak bir dizi trajik olay sonrasında Romeo, Juliet’in öldüğünü düşünür. Yanında getirdiği zehri içerek ölür. Hemen ardından Juliet de, Romeo’nun öldüğünü görünce kalbine bıçak saplayarak intihar eder. Aslında soylu aile çocuklarının aşkını anlatan bu eserin aşka dair en dikkate değer yanı, Shakespeare’in kahramanlara yüklediği özel anlamdır. Her ikisi de (Romeo ve Juliet) edebiyat tornasından çıkmış gibidir. Birbirlerine karşı söyledikleri sözler iki şairin sözlerini aratmaz. Yine de eserde Juliet’in “kadın” olarak etkin durumu tam da “salon kadını” diye nitelendirdiğimiz özgüvenli tabloya uygundur. Bunun en önemli nedeni Batı’da erkeğin bulunduğu hemen hemen her yerde kadının da olmasındandır.

Lev Tolstoy’un birçok yazar ve edebiyat eleştirmeni tarafından tüm zamanların en iyi romanı olarak kabul edilen ‘Anna Karenina’sında (1873-1877) aristokrat bir çevreye mensup asil ve güzel bir kadın olan Anna’nın aşk hikâyesi anlatılır. Anna’nın yüksek makamlı ve zengin bir eşi vardır. Ancak sıradan aile yaşamı Anna Karenina’nın yüreğinde büyük bir boşluk yaratır. Çünkü o, aşka susamış, eksik bir kadındır. Ta ki yakışıklı bir subay Kont Vronski’yle tanışana kadar… Aşkın karşı konulmaz gücüne direnen Anna Karenina, sonunda kendini onun büyülü ve bir o kadar da tehlikeli kollarına atar. Fakat bu sıra dışı ilişki Anna’yı her geçen gün büyük bir çıkmaza, dolayısıyla yıkıma doğru sürükleyecektir. Bu anlamda Juliet ile Anna Karenina tam da Batı tipi aşkın en göz alıcı ve kuvvetli “aşk (salon) kadını” örnekleridir.

4500 yıl önce Mezopotamya’da yazılan, Sümer kralı ile kraliçesi arasındaki aşkı anlatan taş levhanın şu anda dünyanın ilk aşk mektubu olduğu kabul edilir. “Kalbimin sevgilisi” diye başlayan bu taş levha, mektubu yazan kişinin kalbinin yumuşaklığının belgesidir. Halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen mektup, sadece Doğu açısından değil, Batı açısından da önemli bir belgedir. Oysa sadece ilk aşk mektubunun değil, ilk aşk cinayetinin işlendiği topraklardır da Doğu toprakları (Bkz. Habil ve Kabil Olayı).

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar