ÖYKÜ 

KÖPEKLER VE AŞKLAR

Beni buraya getirdiklerinde öyle korkmuş ve üşümüştüm ki hayatımın bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Dağların arasında ufacık bir köy, birkaç çiftlik, birkaç ağaç, bolca koyun ve inek… İleride bir göl olduğundan dahi haberim yoktu. Anneme veda edemeden beni kucağından alıp gecenin bir vakti beni ıslak kulübeye bıraktılar. Titriyordum. Tüylerim diken diken olmuştu. Ev sahibinin oğlu merakla beni görmeye çalışıyor, babası saatin geç olduğunu, ertesi gün istediği kadar benimle oynayabileceğini ona söylüyordu. El kadardım, gece nasıl bitecekti, bilmiyordum. Elleri kocaman, sırtı geniş ve inek pisliği kokan sahibim boynuma ince bir zincir geçirdi. Tepki verecek gücüm dahi yoktu. Beni kulübenin içine bırakıp gitti. Uzaklardan diğer köpeklerin havlamalarını duyuyor ve her seferinde kalbimin atışı hızlanıyordu. Keşke annem yanımda olsaydı. Beni bu insanlardan, diğer köpeklerden sadece annem koruyabilir; ruhumu, bedenimi ısıtabilirdi. Korku ve endişe içinde bayılmışım. Sabah olduğunda önümde yeni sağılmış süt vardı. Ilıktı. Annemin sütünü anımsadım. Uzak durmak istedim. Ancak açlık bir yandan beni sıkıştırıyordu. Akşama bu sütü de bulamayabilirdim. İçim kanaya kanaya sütü içtim. Lanetler okudum sahibime. Beni annemden ayıracak kadar vicdansız olmak zorunda mıydı? Güneş ortalığı ısıtınca yanıma Mert geldi. Yusyuvarlak yüzlü, beyaz tenli, kara gözlü bir çocuk. Önce zinciri söktü, sonra da beni kucağına aldı. Babası gibi pis kokmuyordu. Beni bilmediğim bir dilde sevmeye başladı. Annesi beni sardığını görünce koşarak yanımıza geldi. “Günah, oğlum, elleme.” dedi. Bana dokunmak neden günahtı? Annesi ne kadar kızsa da Mert beni istediği gibi sevmeye devam etti. En yakın arkadaşım Mert olmuştu. O da benim gibi çocuktu ne de olsa. Kaç gece annesinden babasından gizli yanıma gelip üzerime battaniye örttüğünü, sabahları sütüme ekmek doğradığını inkâr edemem.

Kaderimin bu ev olduğuna kendimi zor da olsa ikna ettim. Annem de böyle olmasını isterdi. “Değiştiremeyeceğin şeyler için üzülme, benim kara oğlum. Tanrı sana da bir yol açacaktır elbet.” Çiftliğe iyice alışmıştım. Geceleri artık daha az üşüyordum. Sabahları iple çekiyordum, ılık süt içmek gibisi yoktu. İnekler dışarı çıktıklarında onlara şükranla bakardım. Mis kokulu, yağlı sütleri için onlara hayranlık duyardım. Onlara da üzülürdüm. Ömürleri pis kokan o ahırda geçiyordu. Yavruları üç günden sonra sütten kesiliyordu. Aynı ahırın içinde yavrularına hasret yaşıyorlardı. Büyüdükçe insanlardan nefret ediyordum. Mert hariç.

Ben büyürken Mert de büyüyordu. Eskisi kadar yanıma gelemiyordu Mert, okula başlamıştı. Ancak beni sevdiğini bilirdim. Günlerden bir gün Mert yanıma geldi, başımı okşadı. Hava güneşliydi, inekler dışarıda otluyordu. Esmer, kısa boylu, tıknaz bir adam çiftliğe geldi. Sonradan öğrendim, gelen veterinermiş. “Mert, köpek bağlı, değil mi?” Herhalde aşılarımı yapacaklardı. Veteriner bana iğne yaptı, sonrasını hatırlamıyorum. Uyandığımda bulantı hissi duyuyordum, susuzluktan yanıyordum. “Mert, Mert, Mert, su ver. Yalvarıyorum, su.” Ancak Mert beni duymuyordu. Kendime geldikçe baş tarafımda bir ağrı hissetmeye başladım. Konuşulanlardan ve ağrıdan anladığım kadarıyla kulaklarımı kesmişlerdi. İki, üç saat su içmem yasaklanmıştı. Mert, bunu bana neden yapmıştı? İnsanoğluna daha önce güvenmemem gerektiğini anlamıştım ancak sevginin bir insanı dahi değiştirebileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Nefret duygum o gün bir daha son bulmamacasına kabardı. Mert’ten, babasından, annesinden nefret ediyordum ancak onlara mecburdum. Bu günden sonra ben de eski ben olmayacaktım. Belki onları sever görünecektim, onlara sadakat duyar gibi görünecektim ama fırsatını bulduğum ilk gün intikamımı da alacaktım.

Kar, yağmur bitmiş, havalar ısınmaya başlamıştı. Artık ben de kocaman bir kangal olmuştum. İri yarıydım. Yeni ve kulaksız halimi henüz aynada görmemiştim. Görenlere korku saldığımın farkındaydım. Daha fazla et versinler diye bazen uçan kuşa dahi havlıyordum ama ne havlama. Karşı köyden duyulduğuna eminim havlamalarımın. Hayat rol yapmayı gerektiriyorsa ben de bunu severek yapardım. Gerçek olan bir şey de vücudumdaki değişimlerdi. Bacak aramda bir organ olduğunu hissetmeye o dönemlerde başladım. Güzel ve alımlı dişi kangalların özlemini duyuyordum. Sevmek ve sevilmek benim de hakkımdı. Ancak Allah’ın unuttuğu bu köyde sokak köpekleri dışında bir köpeğin sesini duymuyordum ki. Seveceğim, birlikte olacağım kadın en azından benim kadar asil olmalıydı. Mert yanıma geldiğinde istemsizce üstüne zıplıyor, daha saldırgan davranıyordum. Sevgisizlik bana her şeyi yaptırabilirdi. Günlerden bir gün uzaktaki çiftliklerin birinden benim havlamama benzer bir ses duydum. Kulübeden koşarak çıktım. Zincirim artık daha uzundu. Duvardan zıplayacak gücü ve heyecanı hissetmiştim. Havlamaya başladım. “Güzel kız, yakınlarda mısın? Ses ver.” “Evet, söyleyeceklerini net duyabilecek kadar yakınlardayım.” Kalbim yerinden çıkacaktı. Aşkın ne olduğunu Mert bana anlatırdı, anlattıklarına benzer duygular içindeydim. Onu görmeden sesine âşık olmuştum. “Senin adın nedir?” “Benim bir adım yok, sen koy adımı.” Her gün başka bir isimle sesleniyordum ona. Gece olsun da sevdiğimle konuşayım diye dakikaları sayıyordum. Düşündüm de böyle aşk olmazdı. Artık onu görmeli, koklamalı ve ona dokunmalıydım. Koyunların, ineklerin otlamaya gittikleri bir gün kurt kokusu almış gibi kendimi duvardan duvara vurmaya başladım. Ben de çobanla yola çıkmalıydım. Zincirimi söktüler, tasmasız, özgürce vurdum kendimi yollara. Çobana şirinlikler yapıyor, numaradan da olsa koyunlara havlıyor, doğru yolda yürümelerini sağlıyordum. Koçlarla göz göze gelip gülüyorduk. Onlar da amacımı anlamış gibi bir dediğimi iki etmiyorlardı. Çobanın dalgınlığına gelip sevdiğim kadının çiftliğine varmak için onlardan ayrıldım. İlk ihanetimdi insana. Çiftlik çiftlik dolaşıp kokusunu almaya çalışıyor, havlamalarımla ona geldiğimi haber vermeye çalışıyordum. “Ben geldim, sevdiğim. Neredesin?” Onu bulmuştum. “Kapının arkasındayım. Duvarı aş da gel.” Duvar epeyce yüksekti. “Sen de ben de duvara tırmanalım, gözlerimizi görürüz hiç olmazsa.” O gün ilk defa göz göze geldik Sultan’la. Gözleri bir bebek masumiyetiyle bakıyordu. Kirpiklerimiz birbirine değiyor, birbirimizin kokusunu içimize çekiyorduk. Saatler geçmişti. Çobanın dönüş yoluna yetişmeliydim. “Hoşça kal, Sultan. Tekrar geleceğim.” Çoban beni görünce sırtıma sopayla vurdu. “Neredesin sen, Allah’ın cezası, it.” Koyunlardan ikisini kurt kapmıştı. Utanç ve korkuyla eve döndüm. Çoban, sahibime olanları anlatmaya çalışıyor, beni suçluyordu. Bense gözlerimi kaçırıyor, Sultan’ı düşünüyordum. Beni bir ağaca bağladılar. Günlerce ekmek vermediler. Cezamı çekmeliymişim. “Açım, susuzum, Sultan. İlk fırsatta yanına geleceğim.” “Sana bunu reva görenleri Allah’a havale ediyorum.” Evin annesi kocasından habersiz su getiriyordu da içiyordum. Allah ondan razı olsun. “Paşa, beni yarın başka çiftliğe götürecekler.” Bunu duyduğum o gece Sultan’a cevap veremedim üzüntüden. Elim, kolum bağlıydı. Seslensem ne diyecektim? Zincirimi koparıp yanına gitmeliydim. Kendimi acındıracak, bahanelere sığınacak halim yoktu. Dut ağacından kurtulmak için tüm gücümle koşsam da zincir bırakmıyordu. Deliler gibi ağlıyor, sevdiğim kadına varmak istiyordum. Aynı köyde, aynı gökyüzü altında, kokusunu alıp ona dokunamamanın acısını hissediyordum. Ona olan aşkımın büyüklüğü onu tanımadığımdan ileri geliyordu. Bir kez gözlerini gördüğüm, bir kez temas kurduğum, geceleri sohbet etmekten ötesini yaşamadığım kadını kalbimde ve zihnimde büyüttükçe büyütüyor, ona anlamların en güzelini yüklüyor ve böylece onu ulaşılmaz kılıyordum. En güzel aşk buydu. Tanımadan sevmek aşkların en güzeliydi. Belki de ben kendi ihtiyaçlarıma âşıktım ve bu ihtiyaçların adına “Sultan” diyordum. “Sultan, Sultan, Sultan… Gelemiyorum yanına, elim kolum bağlı.” Hayır, böyle söylemek olmazdı. Sultan’ın aklında çaresiz ve güçsüz bir erkek olarak kalmamalıydım. Zincirimden kurtulmak için son kez tüm gücümle koştum. Boğazım yırtıldı, nefessiz kaldım. Acılar içinde uyudum. Sabah Sultan’ın sesine ve kokusuna uyandım. Sadece gözlerini gördüğüm kadın sahiplenilmiş bir sokak köpeğiydi. Sahibi Sultan’ı götürmeden önce bizim çiftliğe uğramış, bize vermek istemiş. Mert: “Bizde kalsın, baba, bir köpek bize yetmiyor ne de olsa.” dedi. Sultan’ı diğer ağaca bağladılar. Sultan sevinçten uçuyordu, gözlerimde aynı sevinci görmek için bana uzun uzun baksa da bütün aşkım bir anda son buluvermişti. Çünkü Sultan hayallerimdeki kadın değildi artık. Anladım ki aşk, mesafeler olsa da yaşanabilirmiş. Aşk, köpek de olsan yüklediğin anlam kadarmış. Aşk, beklentilerin karşılanmadığı sürece koca bir yalanmış. Görmezden gelmek en büyük cezaymış.

O günden sonra Sultan gün geçtikçe zayıflamaya, hastalanmaya başladı. Bense başka köpeklere sesimi ulaştırmaya çalıştım. Sultan gözümün önünde ölürken ben başka köpekler için kendimi duvardan duvara vurmaya devam etim. Kötülüğü insanlardan öğrenen bir köpek için yaptıklarım az bile. Benim aşk dediğim şey ihtiyaçlarımdan ve hayallerimden başka bir şey değilmiş.

Peki, ya Sultan’ınki?

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar