EDEBİYAT 

‘GÜZEL ÖLÜMÜN ÖYKÜSÜ’NDEN GERİYE KALAN

Bazen günümüzü öyle bir yaşarız ki en sade haliyle kahvaltımızı etmiş, kahvemizi içmiş, sevdiklerimizle birlikte sohbetin keyfini çıkarmış, uykumuz geldiğinde uyumuş, televizyonumuzu izlemiş, karnımız tok sağlığımız yerinde yatağımıza geçip tanrıya şükretmişizdir. “Tanrım, en kötü günümüz böyle olsun. Rahmetini bizden esirgeme.” Oysa bir daha yaşanılması istenilen gün, çok da özel bir gün değildir. Bazen de maddi manevi olarak diğer günlerden daha iyi hissetmemize rağmen şükretmek aklımıza bile gelmez. İki aydan fazladır evde olmanın duygusu ile geçen hafta odalara sığamıyor, nefes alamadığımı düşünüyor, bir dost sohbeti arıyordum sıcak bir bardak sütlü kahve eşliğinde. Mutsuzdum. Mutsuz olmak için bahaneler arıyordum belki de. Sonra tüm boş vermişliğimle kitaplığıma uzandım ve Ayşegül Devecioğlu’nun son romanı olan ‘Güzel Ölümün Öyküsü’ adlı kitabı okumaya başladım. Ayşegül Devecioğlu’nun okuduğum ilk romanı ‘Güzel Ölümün Öyküsü’. Yazarın daha önce ‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ romanıyla 2008 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandığını duymuştum; ancak okuma fırsatım olmadı. Kitabı okurken yazarın üslubuna alışmaya çalışıyor, bir yandan da konuya girmeyi istiyordum. Sonra kitabın onuncu sayfasında bir bölüm benim kitaba, kitabın başkahramanı Emenike’ye daha sıkı sarılmamı sağladı. “Gökyüzünün şimdi mavi olmasına aldanmamalı diye düşünüyor. Kararabilir, kızarabilir, yeşile hatta mora bile dönüşebilir. Gökyüzüne güven olmaz. Başının üstünde bir dam yoksa gökyüzüne güvenmeyeceksin.” (Sf. 10)

Yüzüme tokat gibi çarpan bu söz beni kendime getirdi. Emenike’nin başını sokabileceği bir damı yoktu. Emenike evden oturmaktan hiçbir zaman sıkılmamıştı. Benim de sıkılmaya hakkım yoktu. Elbette amacım ajitasyon değil ya da bir romanın şükür duygularımı harekete geçirdiğini de söylemiyorum – ki böyle bile olsa bu romanın başarısını gösterir bence – ama içinde bulunduğum şartların güzelliklerini görebilmem adına benim için iyi oldu. Bakış açısı değişince hayat da değişiyordu.

Emenike’nin gerçek ismi bu değil tabii ki. Gerçek ismini roman boyunca öğrenemiyoruz. Emenike ismini arkadaşı Kral ona yakıştırıyor. “Yurdun bahçesinde top peşimde koştururken Kral’a futbolcu olmak istediğini söylüyor.” (Sf. 12) “Kral şimdi bile sık sık Emenike’nin ünlü bir futbolcu olduğunu ve tıpkı onun gibi kara kutu olduğunu söylüyor. Gerçek Emenike onun gibi cüce değil.” (Sf. 13) Ancak Emenike’nin futbolcu olma hayali, geçirdiği sakatlık ile de hayal olarak kalıyor. “Yetiştirme yurdunda ne geçmişleri var, ne de gelecekleri. Gelecek, bir bisikletinin olması kadar gerçekdışı.” (Sf. 12)

Bir gün Van’dan Adana’ya dönerken Diyarbakır yolunda kavşakların birinde şeffaf bir poşeti ağzına götürüp, şişirip içindeki havayı içine çeken bir genç gördüm. Geceydi. Hava soğuktu. Biz otobüsün içindekiler ve dışında kavşakta bali çeken, adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, yüzünü dahi hatırlamadığım o genç olarak ikiye ayrılmıştık. İçeridekiler ve dışarıdakiler… Gün içerisinde o genci sokakta görsek, korkudan yolumuzu değiştirir ve yüzümüze bir tiksinti ifadesi yerleştiririz. O insanın hayat hikâyesini bilmeden bize öğretilenlerle onların pis ve kokuşmuş olduklarını onlara hissettiririz. O insanların yerinde biz olabileceğimizi düşünmeden… Evden çıkmadan, sokakta yürümeden, fakir ve meczup bir insan görmeden iyi ve günahsız insan olmak kolaydır. Emenike bali çekerken, apartmanların ara sokaklarında balinin etkisiyle bayılırken biz neredeyiz ve ne yapıyoruz? Her gün sokakta onlarca çocuk acı içinde can verirken, biz virüsten kaçıyoruz. Sokak çocuklarının hiç maskeleri, el dezenfektanları oldu mu acaba, bilmiyoruz. Bu yazıya başlarken olabildiğince kitap üzerine yazmakta kararlıydım; ancak içim elvermiyor, konunun belki de çoktan dışına çıktım. Duygularım yazıyı ele geçirdi. Ben bu yazıyı yazarak acaba sorumluluklarımdan mı kurtulmaya çalışıyorum? Bir roman okudum ve üzerime onlarca yük bindi. Roman öyle çok katmanlı ki kısacık olmasına rağmen konuşacak çok konu var. “Yaşam gibi ölümün de söz edilecek bir yanı yok. Yaşam ne kadar çirkinse ölüm de o kadar çirkin. Sokakta bir sürü çocuk sessizce ölüp gidiyor. Zavallı, leş kokulu, yaz kış üst üste giydikleri giysiler içinde kıçları boklu, yüzleri çarpılmış, salyalı ölüler. Bali çekerken ya da donarak ölüp aynı çirkin ölüm öyküsünde buluşuyorlar.” (Sf. 21)

Yetimhanede geçen günler birer cehennem havasında anlatılıyor romanda. Camgöz, Sarıklı, müdür, bakıcı babalar, bekçi, Tahsin’in yaşadıkları… Geri dönüşlerde Emenike’nin annesinin yaşadıkları ve ölümünden sonraki sahipsizliği yüreğimizi burkuyor okudukça. Emenike annesini çıplak kolları ve kızıl saçlarıyla hatırlıyor. “…doğmamış piçiyle öldü.” (Sf. 48) Sadece annesini hatırlasa iyi, komşuların annesinin arkasından söyledikleri her zaman aklında. Bir türlü unutamıyor duyduklarını. “Su testisi su yolunda kırılır!”, “Ah, evlerden ırak kardeş!” (Sf. 48) Komşulara bunları söyleme hakkını kim verdi? Bir yazımda şöyle yazmıştım: “İnsan başına gelene kader der de, bir başkasını ayıplar.” İnsanların acımasızlığı roman boyunca yüreğinize oturuyor. Emenike’nin kimsesizliğini gören yok, herkes namus bekçisi, akbabalar misali.

Emenike’nin bu hayatta Kral adlı arkadaşından başka kimsesi yok ve tabii pembe yorganını unutmamak gerekir. Bir battaniyenin sıcaklığını görebilseydi yetimhanede, ateşe verirler miydi müdürün odasını, kaçarlar mıydı oradan? Sokak çocuklarının yaşadıkları, Emenike üzerinden anlatılıyor romanda. Bali, uyuşturucu, hırsızlık, yalnızlık, açlık, soğuk… Diğer sokak çocuklarının yaşadıklarından neyi farklı yaşadı diye sorarsanız eğer Emenike, Cansu ile farklı duyguları tanıdı. Bu duyguları öyle masumane yaşadı ki Kral’a da, Cansu’nun soğuk bedenine de sokulurken hep bir sığınma arayışında oldu. Roman bolca hüzün, yalnızlık ve acı ile biterken aklıma Emenike’nin bir ev ve anne özlemi geliyor:

Gözlerini tek odanın düşe benzer görüntüsüne çevirdiğinde bir kadın gölgeler içinde yarım bir yüzle düşün içinden geçip gidiyor. Bir gülüş var, evin içinde yel gibi esen bir neşe. En önce kaybolan şeydi mutlaka. Gülüşü, o yele benzer neşeyi gölgelerin içinden çekip çıkaracak gücü bulamıyor kendinde. O kadar derinlerde ki ulaşamıyor ona. Kadın onu kollarına almıyor, başını okşamıyor, sarılmıyor. Uzakta, Emenike’yle ilişkisi olmayan belirsiz bir hayal.” (Sf. 45)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar