EDEBİYAT 

EVDE KALIRKEN EDEBİYAT, FAZLASIYLA DA ÖZLEM

Yazmak öylesine zor ki… Bir yazıya nasıl başlanır ona bile karar veremiyorum. Eskiden kelimeler, cümleler daha kolay dökülürdü dilimden. Kendimi kolaylıkla ifade edebilir, hatta ifade etmenin ötesinde edebiyat dediğimiz denizin sahillerinde dolaşırdım. Şimdiyse kafamda kocaman bir boşluk olduğunu hissediyorum. Kalbim ve zihnim fazlasıyla yorgun. Kurduğum cümleler yavan geliyor, tat alamıyorum, heyecanlı bile değilim. Galiba böyle hissetmemin nedeni, dünyanın içine düştüğü zor durum ve bu zor durumun neticesinde bizim ilkbaharı yaşayamıyor olmamız. Oysa şimdi her yer yemyeşildir.

Başlarda “Evde kal” sloganı eğlenceli bile geliyordu. Şimdiyse “Evde kal” sözünü duyduğumda sinirlendiğimi fark ediyorum. Zaten evdeyim, zaten bir yere gittiğim yok. Evde kalarak fazlasıyla kilo da alıyorum – bu da beni telaşlandıran başka bir gerçek. Gün içerisinde uyuyor, yemek yiyor, tekrar yemek yiyor, bahçeye çıkıp ıhlamur ağacını izliyor, damda uçurtma uçuruyor, tekrar yemek yiyor, akşam çay içerken gözüm şekerli bir şey arıyor, tekrar yiyor, kitap okuyor, uyuyorum. Hangi günü yaşadığımı dahi bilmiyorum. Telefonun ekranında günü görüyor da anlıyor veya faturaların takibi sırasında yaşadığım günü ayrımsıyorum. Onun dışında her günü “pazar” gibi yaşıyorum. Beş kişilik bir aile bile olsak evin içi bana fazlasıyla kalabalık geliyor, kendimle baş başa kalamıyormuş gibi hissediyorum. Anlayacağınız, depresyondayım galiba. Benim gibi hisseden kaç kişi vardır, bilemem; ancak benim gibi hissedenlerin sayısını bilmek kendimi iyi hissettirip yalnız kalmadığımı düşündürterek daha mı mutlu ederdi beni, bunu bile bilmiyorum. Tam bir şuursuzluk içerisindeyim. Bilincim nerede başlıyor, nerede bitiyor?

Yeşil çay içiyorum evde kaldım kalalı, her gün. Merak edip geçenlerde beyaz çay da aldım. Bitki çayları ve günde dört litre su ile kilomu az da olsa kontrol altına almaya çalışıyorum. Yeşil çay, beyaz çay, siyah çay… Çoğu zaman ekmeği olmayan insanlar, bir damı ve bahçesi bile olmayan evler aklıma geliyor. Utanıyorum kendimden. Bunca mutsuzluğun arasında benim mutsuzluğumu nereye koyabileceğimi bilmiyorum. “Evet, bu zor süreçte birçok insan mutsuz; ama benim de mutsuzluklarım var” diyeceğim; fakat buna da dilim varmıyor. Bazen birisini arayıp gerçekçi olmayan veya gerçek olan durumlarımızdan, olaylarımızdan, mutsuzluklarımızdan bahsederiz. Bu, insani bir vaziyet olsa bile bundan da vazgeçtim. Artık kimseyi arayıp da benim şu derdim var, mutsuzum dahi demiyorum. Herkes mutsuz, herkes yaralı… Kime ne anlatacağım ki.

Geçenlerde bahçede otururken ıhlamur ağacımızın taze yapraklarına bakıyordum. Rüzgârda yapraklar ne de güzel kıpırdıyordu. Bir baktım ki, “İnsan dallarla, bulutlarla bir, aynı maviliklerden geçmiştir” dizeleri ağzımın içinde dönüyor. “İnsan nasıl ölebilir yaşamak bu kadar güzelken?” diye devam ediyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın en sevdiğim şiiridir. Şiirin dizelerini tekrar düşünüyorum. Bulutlar, dallar, mavilikler… Mutlu olmak için lazım olan her şeyin bir iki dizede saklı olduğunu görüp daha çok şiir okumam gerektiğine karar veriyorum. Orhan Veli’ye uzanıyorum. Yaşamak sevinci ile ilgili o kadar çok şiir yazmış ki şair, şaşırıyorum:

Çayın rengi ne kadar güzel,/ Sabah sabah,/ Açık havada!/ Hava ne kadar güzel!/ Oğlan çocuk ne kadar güzel!/ Çay ne kadar güzel

Her şey ne de güzel görünmeye başlıyor gözüme. Hafif bir müzik eşliğinde –ki bu müzik genelde Chopin’den Spring Waltz’dır– şiir okuyorum. Yeşil çayımı yudumlarken kilolarımı düşünmemeye başlıyorum. Çay daha bir lezzetli gelmeye başlıyor o an:

Deli eder insanı bu dünya;/ Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,/ Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç

Orhan Veli’nin bu şiirini okuyunca bahçemizin gelinlik kızı hanımelinin insanı mest eden kokusunu duyumsuyorum.

Anlayacağınız, şiir ile iyileşmeye başlıyorum. Dünya gözüme bir başka görünüveriyor. Uzayan yolların, yüzeceğim denizlerin, koklayacağım çiçeklerin, seveceğim insanların hayalini kuruyorum. En çok da özlediğim öğrencilerim gözümün önüne geliyor. Onları bir başka seviyorum. Bu sevgi öylesine büyük özlemlere dönüşüyor ki… Diyorum ki bu zor süreç bitsin, çocuklarımın köylerine gideyim. Melih Cevdet Anday’ın şiiri gönlüme düşüyor o dakika. Diyor ya şair:

Bir misafirliğe gitsem/ Bana temiz bir yatak yapsalar/ Her şeyi, adımı bile unutup,/ Uyusam…

Bu cümleleri yazmak benim için kolay olmadı. Gözlerim doldu yazarken. Öğrencilerimi öyle çok özledim ki. Keşke onları şimdi görebilsem, onlara koşabilsem… Biliyorum, o günler de gelecek.

Sait Faik Abasıyanık’ın cümlesi ile yazıma son vereyim:

Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.

Sevmekle kalın…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar