YAŞAM 

RADYO

1990’lı yıllar.

Lisedeyiz.

Arkadaşımız çok.

Fakat akşam oldu mu evdeyiz, ev ahalisiyle sohbetimiz pek az, ekseriyetimiz yaşlı ve yalnız insanlar gibiyiz.

Ayda yılda bir arkadaşa konuk olmazsak, bir arkadaş bize konuk olmazsa en büyük arkadaşımız akşamları radyo.

O zamanlar buğulu sesleri olan, radyonun mikrofonlarına tiyatro sahnesinde konuşur gibi konuşan, felsefe ve şiir seven radyo sunucuları revaçta.

Neredeyse her radyoda akşamları bir nöbetçi şair, bir bunalım abi bulunuyor. 

Gece 9’dan sonra radyo onlara ait…

Biz gece 9’dan sonra onlara muhtaç… Çünkü arkadaşa ihtiyacımız var; lisedeyiz, dertliyiz, öfkeliyiz, çoğumuz “35 yaşını görmem ben ya” diyoruz.

Yaşamak manasız ve Nâzım’ın dediği gibi, “en değersiz eşyamızdır on sekizimizde canımız”…

O buğulu sesleri olan, tiyatro sahnesinde konuşur gibi konuşan, felsefe ve şiir seven radyo sunucuları, fon müziği eşliğinde şiir okumaya başladığında kısa Samsun sigaralarını peş peşe yakıyoruz pencere kenarında, dumanı dışarı üflüyoruz; çünkü peder bey odaya girebilir.

Şiirler de duman gibi aynı, içimizi daraltıyor, içimizi acıtıyor, kafamızı bulandırıyor ama puf deyip uçup gidiyor.

Dakikalarca süren o uzun şiirlerden tek bir dize kalmıyor, tek bir kelime kalmıyor aklımızda.

Ama dertleniyoruz nasıl oluyorsa…

Şiir bitiyor, buğulu sesli bunalım abi hepimiz için, özelikle yalnızlar için bir şarkı gönderiyor.

Şarkı da bunalım abiler gibi buğulu.

Uzun bir gitar taksimi, sonra usul usul gelen bir melodi…

Coşkusuz, isteksiz, soğuk…

Dinliyoruz kısa Samsun sigaralarını peş peşe yakarak.

Daralıyor içimiz.

Sonra yine uzun bir şiir…

Telefonla bağlananlar oluyor bazen yayına.

Arayanların ekseriyeti ya bizim yaşıtımız ya bizden üç-beş yaş büyük.

Ekseriyeti bunalımda, dertli, hayata küsmüş.

Bir sohbet ki tatsız, tuzsuz, nüktesiz, esprisiz, kuru…

Sonra uzun gitar taksimli bir buğulu şarkı, sonra uzun mu uzun bir şiir, sonra yine tatsız, tuzsuz, nüktesiz, esprisiz, kuru bir telefon sohbeti…

Radyodaki bunalım abi sabaha karşı 3 civarında yoruluyor, biraz felsefi, biraz şiirsel konuşma, sonra yine uzun gitar taksimli bir şarkı ve veda…

Bunalım abi muhtemelen Çankaya Mahallesi 111 Sokak’taki Sakallı Çorbacısı’na gidiyor, biz gidip uyuyoruz, damağımızda kısa Samsun’un acı zehri, ruhumuzda bir ağırlık…

Bazen düşünüyorum: Maazallah internet yaygınlaşmasaydı; Youtube, Twitter, Facebook yani bir bütün olarak sosyal medya olmasaydı; radyoları akşamları işgal eden bunalım abilerin uzun gitar taksimli şarkılarını, roman gibi şiirlerini, tatsız tuzsuz sohbetlerini dinleye dinleye ne hale gelirdik biz?

Bereket, sosyal medya hayatımıza girdi, insanın kendi evindeki yalnızlığı, bunalımı bitti, sanal da olsa her akşam hepimizin evi arkadaşla, dostla, rakiple doldu taştı.

Radyo dönemindeki gibi bunalım abilerin sesine, şiirine, şarkısına, sohbetine muhtaç değiliz, üstelik edilgen değiliz, etkeniz.

Yani onlar ne çalarsa biz dinleriz durumu yok.

Canımız neyi dinlemek isterse açıyoruz, onu dinliyoruz; ne görmek istersek açıyoruz, onu görüyoruz.

Bazen kalabalık bir caddeye bir akşamüstü dalar gibi, bir akşamüstü gezmesine, bir akşamüstü temaşasına gider gibi sosyal medyaya giriyor, kim ne demiş, ona kim yanıt vermiş, kim espri yapmış, kim şiir okumuş, kim efkârlanmış, kim neşelenmiş, kim kızmış, kim dalgasını geçmiş; hepsini bir anda görüyoruz.

Bunalım dersen sıfır, yalnızlık dersen yok, neşe dersen bol; bilgi, görgü, öğrenme, öğretme dersen eh işte…

Yuvarlanıp gidiyoruz sosyal medyada, en azından radyo dönemindeki gibi içi sıkılmış, bunalmış, hayata küsmüş bir şekilde uyanmıyoruz sabahları.

Acaba kim ne yazmış?” merakının heyecanıyla uyanıyoruz, ekmekten önce telefona uzanıyor elimiz.

Kalabalığa karışıyoruz.

Sosyal medya güzel, sosyal medya hoş, sosyal medya can, sosyal medya canan, sosyal medya hürriyet de bir sıkıntımız var:

Radyo döneminde, ender de olsa politika konuşulurdu radyolarda.

Buğulu sesli adamlar “Bir telefon bağlantımız var” dediğinde bazen devrimci bir abi, devrimci bir abla, bazen o dönem için henüz bu kadar acar olmayan İslamcı bir abi, İslamcı bir abla yayına bağlanır, birkaç dakika politika yapar, hürriyetten, adaletten, eşitlikten, haktan, hukuktan, zalimden, mazlumdan dem vurur, sosyal içerikli bir mesajla ayrılırdı yayından.

Ne bir soruşturma, ne bir gözaltı, ne bir tutuklama, ne bir diğer radyo dinleyicilerinin linç kampanyası.

Herkes görüşünü söyler, çekilirdi yayından…

Şimdi öyle mi?

Sosyal medyadan bir mesaj veriyorsun, hop götürüveriyorlar, atıveriyorlar içeri…

Hadi kimse götürmedi diyelim, bir linç kampanyasıdır başlıyor ve herkes âlim, herkes düşünce insanı, herkes filozof, herkes taşı gediğine koymakta usta, herkes lafebesi, herkes lafın altında kalmaz dil cambazı, herkes uzman…

Herkes, herkese göre fena halde cahil!

Ama yine de güzel sosyal medya.

En azından neşeli…

Ve en azından, radyo döneminin buğulu sesli bunalım abilerinin okuduğu 587 kıtalık, uzun, sıkıcı, anlaşılmaz şiirlerin dışında da şiirler olduğunu, o şiirleri yazan şairler olduğunu sosyal medya sayesinde öğrenmiş olduk.

Radyo döneminde çoğumuz bilmezdik, şimdi, sosyal medya döneminde hepimiz bir Turgut Uyar, bir Cemal Süreya olduk…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar