KARANLIK SOKAKTA SİMİTÇİ

-MERSİN-
Gar binasının güneye bakan kapısından Mersin’e girenlerin gördüğü ilk bina halk kütüphanesinin taş binası olur.
O eski binayı ilk kez görenler, dört başı mamur, gelenekselle yeninin iç içe geçtiği bir Akdeniz şehrinde gezeceklerini düşünürler.
Mersin’e dair ilk yanılgı, ilk hayal kırıklığıdır bu.
Kütüphane binasının yanındaki sokaktan güneye doğru yürürken terk edilmiş eski bir okul binası karşılar insanları.
Akşam saatlerinde suskun ve karanlık…
Biraz daha aşağıda Katolik Kilisesi’nin duvarı.
Ketum ve karanlık…
Sokağı bitirip Uray Caddesi’ne çıkıldığında sağa dönülünce, hemen birkaç adım ötede bir karaltı, bir boşluk çarpar göze.
Önce çatısı, sonra duvarları çökmüş, yaban otların ve ağaçların arasında kalmış eski bir evdir bu. Yalnız ve karanlık…
Ve uzayıp gider Uray Caddesi.
Issız ve karanlık…
Oysa bir zamanlar, şehrin merkezi, şehrin kalbi denirmiş bu caddeye. Mahir tüccarların, çalışkan işçilerin, hamalların, meraklı gezginlerin, acar muhabirlerin, iş bilir avukatların, kafası her daim rakamlarla dolu bankacıların, ticaret ve şehir hayatına meraklı köylülerin, geceleri bar pavyon gezmelerine çıkan hovardaların uğrak yeriymiş.
Şimdi, çöp kutuları boşsa, sokak kedilerinin bile uğramadığı bir karanlık cadde…
Kuzeyden, güneyden Uray Caddesi’ne açılan daracık sokaklar aynı şekilde.
Bir tükenişin özeti…
* * *
O gün, mesai çıkışında, Kızılay’a ait eski binanın önünden geçerken cebimden bir sigara çıkarıp yakmak için zifiri karanlıkta durdum.
Sigaramı yaktım.
Etrafa bakındım.
Biraz aşağıda, karanlıkta bir ses yükseldi:
– Simit! Taze simit!
Saate baktım. 19.10.
Ses yaklaştı:
– Simit!
Birkaç saniye sonra, üst üste dizilmiş, adeta yuvarlak bir kule gibi göğe uzanan simitlerle dolu tepsiyi başının üzerinde ustalıkla taşıyan ve karanlığa gömülü binaların perdesiz, sessiz pencerelerine bakarak yürüyen simitçiyle burun buruna geldik.
Ben sağıma hamle ettim, o soluma…
Çarpışmaktan kurtulduk. Dönüp baktım. Sokağın ortasında durdu simitçi.
Bağırdı:
– Haydi, simit, taze!
Yoluma devam ettim. “Haydi, taze simit!” bağırışı giderek alçalıyordu, ben Uray Caddesi’nin karanlığına doğru yürüyordum. Birden durdum.
Daha önce, akşamın bu saatinde simitçi görmüş müydüm?
Belki işini bitirmiş, tepsisinde kalan son birkaç simitle evine giden simitçi görmüştüm.
Peki, akşamın bu saatinde tepsisi adeta yuvarlak bir kule gibi göğe uzanan simitlerle dolu bir simitçi görmüş müydüm?
Belki o gün şansı yaver gitmemiş, simitlerini satamamış bir simitçi görmüştüm.
Peki, akşamın bu saatinde, bütün şehir batıya, doğuya ve kuzeye doğru akmışken, binlerce hanede akşam sofraları kurulmuşken bir tane de olsa simit satacağına ve o simitlerin taze olduğuna inanacak bir insan bulacağına bu kadar içten, bu kadar coşkulu inanan bir simitçi görmüş müydüm?
Yok, görmemiştim!
O hale o simitçiyle neden konuşmadım?
Akşamın bu saatinde simit satabiliyor musun, bu karanlık sokaklarda senden simit isteyen oluyor mu, tepsindeki simitlerin taze olduğuna inanan oluyor mu diye neden sormadım?
* * *
Dolmuşa binip eve geldim.
Simitçinin umudunu düşündüm.
Bize ne kadar da benziyordu aslında o simitçi…
Biz ki ölmüş caddelerin, ölmüş sokakların soğuk ve küflü karanlığında, sert bir rüzgârda puf diye sönecek mumların titrek ışığıyla yol bulmaya, belki peşimizden gelenler vardır diyerek yol göstermeye çalışan aydınlar, gazeteciler, sendikacılar, siyasetçiler, öğretmenleriz…
Akşam karanlığına kalmış, simitlerini satamamış ama insansız sokaklarda umutla ve heyecanla simit satmaya çalışan ve tepsisinde taşıdığı simitlerin hâlâ taze olduğuna inanan, insanları da buna inanmaya çağıran simitçi gibiyiz…
* * *
Akşam oldu.
Sokaklarda insan kalmadı.
Umutlarımız, hayallerimiz, ideallerimiz elde kaldı, kimse almadı.
Ama biz hâlâ taze olduğuna inanıyoruz o umutların, hayallerin, ideallerin…
Akşamın kör karanlığında “Haydi, taze simit!” diye bağıran o meçhul simitçi gibi, bağırıyoruz:
– Haydi, umut taze!